CALİGULA’NIN
Bir
efsane iken gerçeğe dönüşen
SALTANAT TEKNELERİ
Roma dönemi
ozanlarının en büyüklerinden biri olan Gaio Valerio Catullo (İ.Ö.88-54),
muhtemelen ölümünden iki yıl önce kaleme aldığı bir şiirinde şöyle der;
Şu
gördüğünüz tekne dostlarım,
En
hızlısı olduğu söylenir.
Küreklerle ya da yelkenle
Uçarcasına ilerleyen bu tekneyi
Aşıp
geçmeyi kimseler başaramamıştı.
Derler
ki; Hiçbiri onu yolundan alıkoyamadı,
Ne
Adriyatik’in tehlikelerle dolu kıyıları,
Kiklades
Adaları, asil Rodos,
Ne
Trakya’nın vahşi Propontus’u, hırçın Karadeniz.
Bir
tekneye dönüşmezden önce o,
Çalılıkların sıklıkla fısıldaştığı Citoro ormanlarında
Yaprağı
bol ağaçlardan biriydi.
Karadeniz kıyılarındaki Amastris,
Zengin
şimşir ormanlarıyla Citoro,
Onu
biliyorlardı, onu çok iyi tanıyorlardı.
Derler
ki; Bu tekne senin tepelerinde hayat buldu,
Kürekleri senin denizlerinde suya değdi ilk kez.
Tüm
denizlerin hakimini o taşıdı uzaklardan, kasırgalar içinden,
Kah bir
doğudan bir batıdan esen fırtınaları atlatarak,
Kah
Jüpiter’in üflediği rüzgarları yelkenine doldurarak.
Kumsalların sakin koynuna sığınmadı asla.
O, çok
uzaklardaki denizlerden gelerek
Bu sakin
göle ulaştı.
İşte,
böylece zaman akıp gitti: Şimdi bu kuytu yerde yaşlandı
Ve
kendini sana adadı.
Sana,
Castor’a ve sana, Castor’un ikizi olan Polluce’ye,
Cevza
burcunun öteki yıldızına...
(Latince’den
İtalyanca’ya çeviren: Guido PADUANO
İtalyanca’dan
Türkçe’ye çeviren: Emel ALTAN EGE)
Catullo,
İtalya’nın kuzeyinde, Garda Gölü yakınlarındaki Verona’da doğmuş, babasının
Julius Caesar’ın dostlarından biri olması nedeniyle Roma ile yakın
ilişkilerde bulunmuş, İ.Ö. 57-56 yıllarında Anadolu’ya gelerek Bitinya’daki
Roma Valisi Caio Memmio’yu ziyareti sırasında, Amasra ve Gideros’un yer
aldığı, Karadeniz kıyısındaki Paflagonia’yı tanımış ve ardından da bu şiiri
kaleme almıştır.
Catullo, bu
dizeleri yazarken gerçeklerden mi yola çıkmıştır, yoksa Homeros’tan
etkilenip bir destan mı yaratmak istemiştir, şimdilik bunu bilemiyoruz.
Tarihin farklı dönemlerinde, adı efsaneleşen kişiliklerin hırçın denizleri
aşarak inanılmaz seyahatler gerçekleştirdiği anlatılmakla beraber, bu
dizelerde tanımlandığı gibi, tüm zorlukları aşarak Akdeniz’de (burada, Asya,
Avrupa ve Afrika kıtaları arasında kalan tüm denizlerin ortak adı olarak
kullanıldı) çok uzun bir yol kat eden bir teknenin Venedik Körfezi’ne
ulaştıktan sonra, muhtemelen Adige’nin kollarından birini kullanarak Garda
Gölü’ne kadar gelmesi ve burada sonsuzluğa karışmasının öyküsü hayli
ilginçtir. Daha da ilginç olan bir başka “tekne” öyküsü vardır ki, mekanı
tam da Akdeniz’in merkezinde, İtalya yarımadasının Tiren denizine bakan
yüzünde, Roma yakınlarında Nemi adında bir yer olmasına karşın o, Akdeniz’in
sularıyla hiç kucaklaşmamış, denizden üç yüz on sekiz metre yüksekteki bir
krater gölünün derinliklerinde asırlarca bir efsane olarak kalmıştır.
Bu efsanevi
tekne öykülerinin bir ortak yanı da, Troia Savaşı’nın sonunda, yenilginin
ardından sağ kalan iki liderden biri olan Antenor’un, Troialıların müttefiki
Paflagonialı Enetler (Henetler/Venetler) ile birlikte Troia’dan kaçarak
İtalya topraklarına yöneldiği ve Adriyatik’in en kuzey noktasında karaya
çıkarak Venedik Körfezi ile Garda Gölü arasında kalan topraklarda Padova
kentini kurduğuna ve diğer lider Aeneias’ın Troialılarla birlikte Roma
kentinin ( ve tabii Nemi’nin) temellerini attığına inanılmasıdır.
Caligula Efsanesi
Catullo’nun
Castor’la Polluce’ye adadığı teknesi ile ilgili yazdıklarından sonra, adı
imparator Caligula ile birlikte anılan bir teknenin varlığı İ.S.I.y.y.dan
beri, çağlar boyunca dilden dile, kulaktan kulağa aktarılan bir başka
efsanenin konusu olmuştu. Asıl adı Caio Cesare Germanico olan Caligula, 31
Ağustos 12’de Anzio’da doğmuş, 38 yılında Roma tahtına oturduktan kısa bir
süre sonra da, 15 Ocak 41’de, bir suikast sonucu öldürülmüştü. Hakkında
“delilik”le “dahilik” arasında gezen çok farklı söylenti yayılan Caligula,
Roma tarihinin en ilginç imparatorlarından biridir. Genç yaşında tahta ve
hayata veda etmek zorunda kalan Caligula’nın ölümünün ardından büstlerinin
ve heykellerinin kırıldığı, adına bastırılmış paraların ve madalyaların
parçalandığı, onun varlığını kanıtlayan belgelerin yakılıp yıkılarak yok
edildiği anlatılır.
Caligula, Roma
İmparatorluğu’nun belki de en çalkantılı dönemlerinden birinde başa geçtiği
için bazıları tarafından tehlikeli addedilip öldürülmüş ve sonra da
unutturulmaya çalışılmış olabilir. Bilindiği gibi, (Hz.) İsa, onun Roma
tahtına oturmasından hemen önce, Tiberius zamanında, yani yaklaşık (İ.S.) 30
civarında, Yahudiye’de çarmıha gerilmiş, imparatorluğun Doğu’daki
topraklarında “yeni” bir din sancısı yaşanmaya başlaması pagan Roma için
yeni bir huzursuzluk kaynağı olmuştu. Caligula’dan önce, imparator
Tiberius’un son on bir yılını Roma yerine Capri adasında geçirmiş olması ve
imparatorluğu buradan idare etmeye kalkışması Roma’daki karışık ve güvenliği
yetersiz ortamdan kaçmak olarak açıklanırsa eğer, Caligula’nın Nemi’ye
sığınmış olması da kolaylıkla anlaşılabilir. Caligula’nın kendini “tanrı”
ilan ettiği, yaptırdığı tapınağın içine kendisinin bire bir ölçüde heykelini
diktirerek ona her gün kendi giysilerinden birini giydirttiği, atını bile
konsül üyesi yapmaya niyetlendiği, göl kıyısındaki sarayında ve göl
sularında gezinen teknesinde çılgın safahat alemleri düzenlediği gibi
sapkınlık iddialarını yayanlar aslında, İsis ve Diana gibi önemli
tanrıçalara derinden bağlı güçlü bir paganın o günkü hassas inanç
dengelerini daha da bozabileceğinden korkmuş olabilirler. Belki de, sırf bu
yüzden Caligula’yı hatırlatan herşey yakılıp yıkılarak yok edilmiş, rivayete
göre de yaptırdığı tekne(ler) de kasten batırılıp gölün dibine
gönderilmiştir. Roma şehir merkezinden yaklaşık otuz kilometre uzakta,
Napoli yolu üzerindeki Albani Tepeleri olarak anılan volkanik bölgede yer
alan iki krater gölünden biri olan Nemi Gölü (diğeri Albano Gölü), işte bu
Caligula efsanesinin mekanıdır.
Diana’nın
Aynası
Antik Roma
mitolojisinde “ay ve bereket tanrıçası” olarak anılan ve aynı zamanda
ormanların ve ormanda yaşayan hayvanların da koruyucusu olduğuna inanılan
Diana adına Nemi Gölü kıyısında yapılmış olan bir pagan tapınağı sayesinde,
bu bölge, Roma halkı için önemli bir hac merkezi haline gelmişti ve her yıl
13 Ağustos günü burada tanrıça Diana için görkemli şenlikler düzenlenirdi.
Pagan ritüellerin Hıristiyanlığa geçiş döneminde birer birer bu yeni inanışa
adapte edilmesiyle birlikte, adı antik Yunan mitolojisindeki Artemis ile
özdeşleşen Diana için yapılan şenlikler Nemus törenlerine dönüştürülmüştü.
Nemi, zengin çeşitlilikte ormanları, muhteşem doğası, termal kaynakları ve
akarsuları ile aynı zamanda önemli bir sağlık merkezi idi. Günümüzde de
burada büyük bir terapi merkezi bulunmaktadır ve “Çileklerle Çiçeklerin
Kenti” olarak tanınan Nemi’de, her yıl, Haziran ayının ilk pazarı Çilek
Festivali, ondan bir gün öncesinde de Çiçek Sergisi düzenlenmektedir.
Roma’nın pagan
dönemlerinde Diana tapınağı, şifa arayan insanların, özellikle de kısır
kadınların akınına uğrardı. Kadınlar, buradaki koruluktan topladıkları
rengarenk çiçeklerden taçlar yapıp başlarına takarlar, ellerindeki yeşil
yapraklı dalların ucuna da kırmızı renkli bezler bağlarlardı. Tapınakta
düzenlenen ayinde Diana’ya çeşitli adaklar sunulurdu. Diana’nın sembolü
“ay”dı ve renkleri de (çilek bitkisinde yaprakların yeşil, çiçeğin beyaz,
meyvenin kırmızı olması gibi) yeşil-beyaz-kırmızıydı. Bu durumda, günümüz
İtalya’sının bayrağında aynı renklerin kullanıyor olması Diana’ya verilen
değerin bir göstergesi olmalı.
Önemli Roma
yollarından biri olarak İ.Ö. 312’de yapılan ve hala izleri görülebilen
muntazam bir taş işçiliği sergileyen Via Appia, şehir merkezini Via Sacra (
Kutsal Yol) adlı koluyla bu tapınağa bağlarken Diana’ya adanmış kutsal
koruluğun (Nemus Nemoris: Kutsal Koruluk) içinden geçerdi. Bugün, Roma’ya
bağlı, iki bin nüfuslu küçük bir yerleşim olan Nemi de adını bu koruluktan,
Nemus Dianae (Diana Korusu)’den almıştır. Çevresi beş kilometre, alanı ise
1.70 kilometrekare olan Nemi Gölü’nün en derin yeri otuz beş metre
civarındadır.
Mehtaplı
gecelerde, göl seviyesinden yaklaşık iki yüz metre, denizden beş yüz yirmi
bir metre yüksekte kurulmuş olan Nemi’de, aynı anda izlenebilen “üç ay”
görüntüsü buradaki manzarayı muhteşem kılar. Biri gökyüzünde, diğeri gölün
gümüşi renkli suları üzerinde, öteki de hemen ilerde, Tiren Denizi’nin sakin
sularında yansıyan ışıltılarda, ...tam üç tane ay... Nemi Gölü’ne “Diana’nın
Aynası” denmesi bu yüzdendir.
Neden küçücük
bir gölde iki devasa tekne?
Roma inancında
çok önemli bir yer tutan Tanrıça Diana’ya bağlı olan Caligula’nın çocukluğu
Mısır’da geçtiğinden, o aynı zamanda bir başka ay tanrıçası olan İsis’in de
müridi idi. Nemi Gölü’nün büyüleyici güzelliği yanında, günümüze ulaşan
kalıntılarının İ.Ö.5.y.y.a ait olduğu bilinen ancak daha eski dönemlerden
beri burada bulunduğu olduğu tahmin edilen Diana Tapınağı’nın varlığı diğer
imparatorlar gibi Caligula’nın da Nemi’yi sıklıkla ziyaretine neden olmuş
olmalıydı. Rivayete göre, Caligula, göl kıyısında imparator Julius
Caesar’ın yaptırdığı bilinen görkemli villayla yetinmeyip kendisine devasa
yüzer saray (lar) yaptırmıştı. Günümüzde yaygın olan bir inanışa göre;
Caligula, 38 ve 41 yılları arasında bir 15 Mart’ta, denizcilik ve gemicilik
sezonunun başlaması nedeniyle, Mısır inancında denizcilerin de koruyucusu
sayılan tanrıça İsis adına her yıl yapılan şenlikler dolayısıyla Nemi Gölü
içinde seyreden birer tekne yaptırarak, bu iki kültürün önemli
tanrıçalarına bağlılığını göstermek istemiş olabilirdi. Küçücük bir göl
için devasa ölçülerde yapılmış olan bu tekneler son derece gösterişli
yapıları yanında çok yönlü manevra kabiliyeti sağlayan düzeneklerle de
dikkat çekicidir.
Caligula’dan
yaklaşık 15 asır öncesinde, kraliçe Hatçepsut’un mezarında gözlemlenen
resimlerde teknelerin 60 metre uzunluğa ve 21 metre kemere genişliğine
ulaştığı tahmin edilmektedir. Ayrıca, bu teknelerde dümen görevi görmek için
de bordaya sağlı sollu yerleştirilen ve tekne büyüklüğüne göre sayıları
ikiden beşe kadar artabilen büyük kürekler bulunmaktadır. Sadece nehirde
kullanılmaları amaçlandığı halde büyüklükleri ve çok yönlü manevra
kabiliyetleri ile dikkat çeken Nil saltanat tekneleri gibi, Mısırlıların
kullandığı teknikle inşa edilen Caligula teknelerinde de geniş ve süslü
kamaraların güvertede yer alıyor olması ilginçtir.
Ayrıca,
Atinalı yazar Athenaios’un İ.Ö. 2.y.y.da aktardıklarına bakılırsa, Sirakuza
kralı II. Hieron (İ.Ö. 270-215) için yapılan bir teknede de mozaik kaplı
kamaralar, geniş gezinti güvertesi, spor ve okuma salonu, bir tapınak ve
devasa bir küvetin yer aldığı hamamdan söz edilmektedir. Ancak, buradaki
tapınak Afrodit (Venüs)’e ithaf edilmiştir. Ayrıca, dönemin en büyük
bilginlerinden Arşimed’in bu teknenin sintine suyunu boşaltmak için özel bir
su pompası tasarladığı da bilinir. Yine Athenaios, aynı çağda Mısır’ı
yönetmiş olan Ptolemaioslar’ın Nil üzerinde gezinen devasa yüzer sarayının
da detaylı tasvirlerini yapmış ve teknenin uzunluğunun 91 metre olduğunu
belirtmiş, kamaralarla yemek salonlarının ihtişamını anlatırken biri Afrodit
(Venüs)’e diğeri Dionisos’a adanmış ve heykellerle donatılmış iki tapınak
bulunduğundan söz etmiştir.
Caligula
teknelerinin en önemli özelliği, geleneksel Mısır ve Helenistik dönem
saltanat teknelerinde rastlanan detaylara sahip olmasıdır. Kamaraları
süsleyen mozaik duvar ve taban döşemeleriyle küçük tapınaklar bu
benzerliklerin en dikkat çekici olanlarıdır ve bunlarda mozaikleri oluşturan
küçük parçaların sadece yeşil-beyaz-kırmızı renklerde olması ilginçtir.
Büyük
olasılıkla sadece törensel seferler için yapıldığı düşünülen Caligula
tekneleri, bu güne kadar, bir gölün suları içinde varlığı kanıtlanmış
“yegane” iki bin yıllık saltanat teknesi örneği olarak kayıtlardaki yerini
almıştır.
Ana Tanrıçalar
İ.S.
III.y.y.dan itibaren, Nemi, aynı zamanda bir tarım merkezi haline gelmiş,
özellikle de bağları ve meyve bahçeleri ile ünlenmişti. Bu nedenle, Diana
için düzenlenen şenlikler ve ayinler hala tüm Roma halkının ilgisini
çekiyor, insanlar yılın belli dönemlerinde kitleler halinde bölgeye
akıyordu. Şimdiki verilerle en azından İ.Ö. 9.y.y.dan beri yerleşimin olduğu
bilinen Nemi’de, pagan dönemde, Anadolu’da Kibele olarak tanınan ve hayli
önemsenen “Ana Tanrıça” kültü, Diana adı ile benimsenip ona atfen bir
tapınak yapılırken, Hıristiyanlığa geçişin ardından inşa edilen kiliselerle
Meryem Ana kültüne dönüşmüştü.
Kibele’nin
Hitit dilindeki adı Kubaba (Kuwawa) idi. Ku: kutsal, aba: su, ula: orman,
koruluk sözcüklerinin oluşturduğu Kubala’dan geldiği düşünülen bu ad, akarsu
ve koruların koruyucusu olan tanrıçayı tanımlarken, sonraları Arta: akarsu
ve Mis: tanrıça sözcüklerini birleştiren Artemis adı ile özdeşleşmiştir.
Diana ise, Hint-Avrupa dillerindeki “di” kökünden türetilmiş bir isimdir.
Bu, ay (ve/veya güneş) ışığı anlamına gelir. Roma inancının önemli bir
figürü olan Diana, Yunan mitolojisinin Artemis’i ile bir tutulur. Buna göre,
Zeus ile Leto’nun kızı olan Artemis Güneş Tanrısı Apollon’un da ikiz kız
kardeşidir ve efsanevi Troia Savaşı’nda Hektor’u korumuştur. Savaşta
Troiaların yanında yer aldığı Homeros’un ünlü destanı İliada’da çeşitli
bölümlerde anlatılır. Muhtemelen İ.Ö. 1185 civarında Troia’nın yakılıp
yıkılmasının ardından Troialı Aenaias’ın oradan kaçarak İtalya topraklarına
ulaştığı ve şimdiki Roma yakınlarında bir koyda (Pomezia sahilindeki Enea
koyu) karaya çıkıp buraları yurt edindiği varsayılır. Bu nedenle, Artemis
kültünün Troialılarla birlikte bu bölgeye taşındığını ve sonra da Diana
adıyla Roma inancında yer aldığını düşünmek mümkündür. Artemis hayvanların
koruyucusu olduğu gibi aynı zamanda doğumların da yardımcısıdır. Bu
özellikleriyle Diana ve Artemis’in benzerliği ortadadır ve Caligula’dan
önce, Julius Caesar’ın Tanrılar Tanrısı Zeus’un kızı Afrodit’in oğlu olan
Aeneias’ın soyundan geldiğine inanarak Nemi’deki büyük Diana Tapınağı
yakınlarında görkemli bir villa inşa ettirmiş olması buraya verilen önemin
bir diğer göstergesidir.
Bugün,
Ferragosto adıyla anılan ve Meryem Ana’nın göğe yükseldiği gün kabul
edilerek İtalyanların en büyük dini bayramı sayılan 15 Ağustos’un,
asırlardır her yıl 13 Ağustos’ta kutlanması bir pagan geleneği olan kutsal
Diana günü şenliklerinden kaynaklandığını düşünmek yanlış olmasa gerek.
Nemi’deki
Diana tapınağı 200 x 175 metrelik geniş bir alanı kaplamaktaydı. Tapınak
dışında, rahiplere ait odaların yer aldığı binaları, sağlık dilemek için
gelen Roma halkının ve diğer hacıların tedavisi için gerekli termal su
banyoları ve tiyatrosuyla burada 5.000 metrekarelik alana yayılan büyük bir
yerleşim yeri yaratılmıştı. Bu kompleksin ihtişamı günümüze kadar ulaşan
nişli yüksek duvar kalıntılarından anlaşılabilmektedir.
Bir efsane
gerçeğe dönüşüyor
Çağlar
boyunca, imparator Caligula’ya ait bir teknenin göl suları içinde
bulunduğuna dair efsaneler kulaktan kulağa yayılırken, buna ait hiçbir iz
kalmamış olması da anlatılanların hayal ürünü olduğunu düşündürüyordu.
Ancak, zaman zaman burada avlanan balıkçıların ağlarına bazı tekne
parçalarının takılması da kafaları karıştırmıyor değildi. Bu efsanede gerçek
payı olabileceğini düşünenlerin sayısı, ağlara takılıp gün yüzüne çıkan her
yeni objeyle daha da fazlalaşıyordu.
Rönesans
döneminde, antik Roma kültürüne ve sanatına yeniden büyük bir ilgi ve merak
başlamış, Nemi’de gölün dibinde yatan bir teknenin varlığı konusundaki
sorular da hayli artmıştı. Hatta, bazı meraklılar suya daldıklarını ve dipte
tekneye benzer bir nesne gördüklerini iddia etmekteydiler. Bu nedenle, gölün
çevresindeki arazilerin de sahibi olan bir Roma soylusu, Kardinal Colonna,
ünlü Rönesans bilgini Leon Battista Alberti (D:1406 Cenova- Ö:1472 Roma)’den
konuyu araştırmasını isteyerek 1446’da onu resmen bu işle görevlendirdi.
Alberti, büyükçe bir sal hazırlatıp göle açıldı ve bu tekneyi kanca atarak
aramaya başladı. Aslında, önceleri yalnızca bir teknenin var olduğu
düşünülüyordu. Dönemin bütün bilimsel metodları gözden geçirilerek çeşitli
denemeler yapıldı. Ancak, sadece daha önce balıkçıların tesadüfen bulduğu
parçaların benzerlerinin çıkartılması mümkün olabildi. Alberti, tekneye ait
olabileceğini düşündüğü bazı kalasları sala alabildi, ama tekneyi çıkartmayı
başaramadı. Çalışmalar zaman zaman kesintiye uğrasa da, 1535’te Francesco De
Marchi bazı başarısız denemeler yaptı ve sonraki yüzyıllarda bu çabalar
devam ettirildi. 1827’de, Annesio Fusconi adlı bir araştırmacı dönemin cam
fanuslu dalgıç kıyafeti ile yine özel olarak hazırlanan bir saldan gölün
derinliklerine daldı ve tekneye ait olduğu düşünülen bazı renkli mermer ve
mozaik parçaları çıkardı. Bunlar, Diana’nın renkleri olan yeşil, beyaz ve
kırmızı mermer parçalarıydı. Bu gelişme, çalışmaların hızlandırılmasına
neden oldu ve 1895’te, daha önce Diana tapınağı arkeolojik kazılarıyla
görevlendirilen antikacı Eliseo Borghi göldeki araştırmaların başına
getirildi. Daha modern aletlerle sürdürülen çalışmalar neticesinde
aralarında çok değerli bir “medusa” başının da bulunduğu son derece ince bir
işçilik sergileyen bronz aplikler, heykeller ve dekorasyon malzemeleri ele
geçirildi. Bu arada, yapılan en önemli keşif, gölde bir değil tam iki tekne
bulunduğunun kanıtlanması oldu. Tüm bu kanıtlar, 1927’de İtalyan hükümetinin
konuyu resmen ele alması sonucunu getirdi ve uzmanlardan oluşan resmi bir
heyet kuruldu.
Nemi Gölü
çevresinde yapılan araştırmalarda, Julius Caesar’ın yaptırdığı, daha sonra
Caligula’nın da kullandığı rivayet edilen büyük bir villanın kalıntılarına
ulaşılırken bir başka büyük keşif daha yapıldı ve kraterin dışına açılan
uzun bir tünel bulundu. Dönemin en ileri kültürlerinden olduğu düşünülen
(muhtemelen Anadolu kökenli) Etrüskler’in kullandığı teknikle yapıldığı var
sayılan ve bahar aylarında eriyen kar sularının göl seviyesinde ciddi bir
yükselmeye neden olup, çevredeki yerleşim için yaratacağı olası tehlikeyi
bertaraf etmek amacıyla, İ.Ö.5.- 4.y.y.da, kayalıklar oyularak, insan eliyle
oluşturulan bu tahliye kanalı tam bin altı yüz elli üç metre uzunluktaydı.
Araştırmalara göre, iki gurup, çalışmalarına aşağıdan ve yukarıdan
başlayarak tam orta noktada buluşmayı başarmıştı ve bu sistem asırlar boyu
kullanılmıştı. Burada son olarak Caligula tarafından kullanılan görkemli
villanın kalıntılarında kayalara oyulmuş büyük bir sarnıcın dışında toprak
altında yangın izleri taşıyan odaların keşfedilmiş olması da ilginçtir. Bu
durumda, Caligula’nın bir suikaste kurban gitmesinin hemen ardından bu
villanın ateşe verildiği ve teknelerinin (her nedense yakılmadan)
batırılarak gölün dibine gönderildiği sonucunu çıkartmak mümkün
görünmektedir.
Araştırmacılar, öncelikle buradaki antik kanal sistemini restore ederek
gölün sularının tahliye edilmesine karar verdiler. Proje, 3 Ocak 1928 günü
onaylandı ve çalışmalarına başladılar. 20 Ekim 1928 günü hazırlanan özel
pompalar yardımıyla antik drenaj kanalından gölün sularının boşaltılmasına
başlandı. 3 Eylül 1929 günü, yani yaklaşık bir yılın sonunda gölün 11.28
metre altında yatan ilk tekne göründü. 5 Ekim 1929’da, bu teknenin çamur
zeminden kıyıya doğru çekilmesine başlandı. Bu, oldukça masraflı ve zahmetli
bir işti. Sponsor, ekip, malzeme bulmak kolay olmuyordu. 25 Mart 1930’da
yeni çalışmalardan vazgeçildiği resmen bildirilse de, kaynak arayışları kısa
sürede sonuç verdi ve 30 Eylül 1930’da kararı alınan ikinci teknenin
çıkarılması çalışmaları 1931 Mart’ında başlatıldı. Pompalar yeniden
çalıştırıldı ve gölün suları hızla tahliye edildi. 1932 Ekim’inde su
seviyesinin 14.40 metre altındaki ikinci tekne de karaya çekildi. Bu arada,
ağaç gövdelerine oyularak yapılmış dörder metre uzunluğunda iki prehistorik
dönem teknesi ile küçük bir Roma dönemi teknesi de bulunmuştu. Tüm bu
çalışmalar, heyet başkanı mühendis Guido Ucelli tarafından yürütüldü ve
çalışmaların her aşaması fotoğraflanarak belgelendi. Ancak, asırlardır
meraklıların, hazine avcılarının, balıkçıların kontrolsüz araştırmalarıyla
pek çok değerli parça yok olup gitmişti.
Asırlar
boyunca efsanelere konu olan Caligula teknelerinin gün ışığına çıkarılması,
bir efsaneyi daha gerçeğe dönüştürürken, akıllara Catullo’nun Karadeniz’in
zengin şimşir ormanlarında yaratıp, Marmara’yı, Ege’yi, Adriyatik’i aşarak
İtalya yarımadasının kuzeyine kadar getirdiği ve Garda Gölü’nün kuytularında
sonsuzluğa terk ettiği teknesini getiriyor. Kim bilir, belki Catullo’nun
Phaselus adını verdiği teknesi de gerçeğin ta kendisidir... Ve, belki de,
Catullo’nun bu şiiri Caligula’ya ilham vermiştir.
Devasa ama
zarif “yüzer saraylar”
Rivayete göre,
Caligula’nın yüzer saray olarak tanımlanan tekneleri olağanüstü ihtişama
sahipti. O, yılın belli dönemlerinde buraya geliyor ve bu teknelerde dillere
destan törenler ve şölenler düzenliyordu. Heykeller, mozaikler, kutsal
emanet muhafazaları ve türlü güzellikte süslemelerle donanmış bu teknelerde,
kimilerince çok aydın ve yenilikçi, kimilerince de tam anlamıyla akli
dengesini yitirmiş bir imparator olan Caligula tarafından düzenlenen
törenlerin, sapkın sefahat eğlenceleri mi olduğu, yoksa ana tanrıça kültü
ile ilgili dini ayinler mi olduğu konusu hep tartışılmıştı.
71.30 x 20
metre ölçüsündeki ilk tekne çam ve meşe palamudundan yapılmıştı. Güverte
baştan başa mermer kakma ve mozaiklerle donatılmıştı. Bunların tamamı yeşil,
beyaz ve kırmızı renklerden oluşuyordu. Ele geçirilen kalıntılar arasında
mozaiklerin, kapı ve pencere parçalarının, kiremitlerin, bazı özel yapı
elemanlarıyla su boruları ve ısıtma tertibatına ait donanımın bulunması,
teknede kamaraların, hamamın ve küçük bir tapınağın varlığını kanıtlıyordu.
73 x 24
metrelik ikinci teknede, sağlam yapılı parampetlerle çevrelenmiş geniş
güverte, burada rahat bir gezinti alanı yaratılmak istendiğini gösteriyordu.
Her iki teknede de zemini baştan başa kaplayan mermer mozaiklerin dışında
ahşap kamaraların duvarları da tümden renkli mermerlerle kaplıydı.
Teknelerin baş
ve kıç olmak üzere iki başında, her iki yanda küpeşteye simetrik olarak
yerleştirilmiş geniş ahşap çıkmalarda dörder dümen bulunuyordu. Teknelerin
bordalamaları için çok özel bir makara düzeneği kurulmuştu. Küpeştenin
kenarları, dümen küreklerinin başı, güverte parmaklıkları hep bronz aplikler
ve heykellerle süslenmişti. Genelde (aslan, panter, kurt gibi) vahşi hayvan
başı şeklindeki bronz apliklerde, halatların bağlandığı halkalar hayvan
başının dişleri arasına yerleştirilmişti. Teknelerde oluşturulan kapalı
yaşam alanlarında ahşap kirişlerin uçları da hep birer bronz hayvan başı
aplikle süslenmişti. Şimdi, Roma’daki Palazzo Massimo’da korunan tüm bu
dekoratif yapı elemanlarında hemen hemen hiç yıpranma izi olmaması
teknelerin çok kısa bir süre kullanıldığını düşündürüyor. Aksi takdirde,
özellikle halatların bağlandığı halkalarla bunların monte edildiği bronz
hayvan başı figürlerinin sürtünmeden doğan izleri taşıyor olmaları
gerekirdi. Bu, yaklaşık üç yıl kadar iktidarda kaldıktan sonra öldürülen
Caligula ile birlikte ondan kalan tüm izlerin yok edildiği savını
güçlendiriyor. Bu tekneler, Caligula’nın o kısacık iktidarı döneminde
yapılmış ve fazla kullanılamadan yok edilmiş olmalıydı. Efsane bir kez daha
doğrulanıyordu. Ayrıca, teknelerdeki bronz dekorasyon elemanlarında
özellikle hayvan başı kullanılmasının, bunların o dönemde kötülüklerden
korunmak, kötü ruhları kovmak, tehlikeleri uzak tutmak için yararlı olduğu
inancının etkili olduğu düşünülmektedir.
Küçük bir
tapınağa ait olduğu düşünülen mermer sütunlar dışında, Caligula damgası
taşıyan kurşun su borularının bulunmuş olması, teknelerde hamamın (belki de,
burada tedavi amacıyla yöredeki termal su kullanılıyordu) varlığını
kanıtlamasının ötesinde bu teknelerin Caligula tarafından yaptırıldığını da
kesin olarak ispatlıyordu. Çünkü, Roma geleneğine göre, kentlerde su sistemi
oluşturulurken kullanılan boruların üzerine dönemin imparatorunun damgası
vurulur, böylelikle hangi sistemin hangi dönemde yapıldığı anlaşılırdı.
Ayrıca, Caligula teknelerindeki kapalı alanlarda sıcak su ile çalışan genel
bir ısıtma düzeneği olduğu da tespit edilmişti. Teknelerde içme ve kullanma
suyuyla sintine için özel bir pompa sistemi kurulmuştu. Bu hemen akıllara
İ.Ö. 3.y.y.da, Arşimed’in Sirakuza kralının teknesi için hazırladığı özel
pompayı getirmektedir. Ayrıca, su değirmenlerinde kullanılan “dolap”
sisteminin de teknelere uygulandığı görülmüştür.
38-41 Yılları
arasında yapıldığı düşünülen, bu devasa ama bir o kadar da zarif iki teknede
yirmi asır öncesine göre olağanüstü kaliteli, son derece ileri bir inşa
tekniği gözleniyordu. Analizler sonucu, kullanılan meşe (palamut) ağacının
göl kıyısındaki ormanlardan kesildiği, çam kerestesinin ise Apenninler’den
taşındığı belirlenen tekne omurgalarında, her iki ağaçtan kesilen parçalar
belli bir düzen içinde birlikte kullanılırken, yan yana dizilen ahşap
kalasların zıvana ile birbirine tutturulması için, genelde meşe ağacından
yapılan zıvanaları yuvasına sabitleyen çam ağacından yapılan tahta çiviler
yerleştirildiği tespit edilmiştir. Teknenin diğer ahşap bölümleri ise
demir, bakır ve bronz çivilerle raptedilmiştir. Teknelerde su
geçirmezliğinin sağlanması için, omurgayı oluşturan ahşabın üzeri bir çeşit
zifte bulanmış yün dokumayla kapatılmış, onun üzerine de ince kurşun
levhalar büyük bakır çivilerle sabitlenerek tamamen kaplanmıştır.
Ahşap ve
bronzdan hazırlanan ve kendi ekseni üzerinde üç yüz altmış derece dönebilen
özel bilyeli dairesel platformla ağır yüklerin kolayca kaldırılması
amaçlanmıştır. Bu hareketli bilyeli yatak, teknenin karaya veya diğer
tekneye yanaşırken manevra kabiliyetini artırmada ya da ağır yükleri
teknelere almakta / boşaltmakta kullanılmış olabilirdi. O dönem için son
derece ileri teknik özellikler kabul edilen bu detaylar dışında, teknelerin
yakınlarında ele geçirilen, biri 4, diğeri 5 metre uzunluğundaki iki çapanın
yapıları da özellikle taşınabilir çipoya sahip olması nedeniyle hayli
şaşırtıcıdır. Birincisi, hareketli ahşap düzeneğe sahip demir bir çapadır.
Ağırlığı tam 417 kg.dır. İkincisi takozlarla meşe (palamut) ağacından
gövdeye monte edilmiş kurşun bir çapadır ve her iki tırnağı demir
kaplamadır. Teknelerin belli bir rotada ilerlemesi için çift taraflı
kürekler kullanılmıştır. Yön değiştirmek içinse, dörder dümenden
yararlanılmıştır.
Akıl almaz bir
katliam
1932 Yılında
ikinci teknenin de karaya çekilmesinin ardından, koruma amacıyla üzerlerine
bir “baraka” inşa edilmişti. Ancak, bunca zaman su altında kalmış olan
tekneler için çok daha güvenli bir koruma alanı gerekiyordu. Bu amaçla
çalışmalar başlatıldı ve tekneler, 1933-1939 yılları arasında göl
kıyısındaki düzlükte, mimar Vittorio Ballio Morpurgo’nun projesiyle inşa
edilen, ters çevrilmiş iki tekne formundaki çatısıyla ilginç mimari
özelliklere sahip geniş bir müzeye nakledildi. Müzenin açılışı 1940 yılında
büyük törenlerle yapıldı. Artık bu paha biçilmez değerdeki teknelerin burada
güven içinde geleceğe taşınabileceği düşünülüyordu. Oysa öyle olamadı.
Tarifi imkansız acılara ve yıkıma neden olan II.Dünya Savaşı, Nemi tarihinin
de en karanlık sayfalarından birini açmıştı. Bölgeye yerleşen Alman
askerleri burayı kendilerine üs yaparak 28 Mayıs 1944’de bir topçu
bataryasını tam müzenin önüne konuşlandırdı. Bu, müzenin yoğun Amerikan
bombardımanına maruz kalmasına neden oldu. Aslında, tüm bu taarruz henüz
yaşlı teknelere bir zarar vermemiş, sadece müze binasında tahribata neden
olmuştu. Ama ne olduysa, 30 Mayıs’ı 31 Mayıs’a bağlayan gece oldu; Alman
askerleri çekilmek zorunda kalacaklarını anlayınca, arkalarında bu çok
değerli hazineyi bırakıp Amerikalıların eline geçmesindense gemileri ateşe
vermeyi tercih ettiler. Gecenin karanlığında “Diana’nın Aynası”ndan yansıyan
ürkütücü kızıl ışıltılar korku içindeki Nemililer’e akıl almaz bir katliamın
işaretlerini veriyordu.
2 Haziran 1944
günü, Alman askerleri Nemi’yi tamamen terk ettiğinde, geride büyük ölçüde
tahrip olmuş bir müze binası, ahşap kısımları tümden kavrulmuş iki antik
tekne enkazı ve Nemililerin dinmek bilmez öfkesi kalmıştı. Neredeyse beş
yüz yıldır sürdürülen çabalar bir gecede “kül” olmuştu. Tek teselli,
Caligula teknelerinin varlığının kanıtı olan tüm metal aksam ile mermerler
ve mozaikler, bir de son yüzyıldaki çalışmaların tümünü belgeleyen fotoğraf
karelerinin kurtarılmış olmasıydı.
Yaşanan
savaşın ve acıların derin izleri Nemi’de de uzun süre silinmedi. Zaman
içinde, yavaş yavaş yaralar sarılmaya acılar küllenmeye yüz tutunca,
müzedeki çalışmalar da ağır ağır başladı. 1953 Yılında kapılarını bir kez
daha (ama bu defa coşkulu törenler yerine hüzünle) açan Nemi Müzesi’nde bu
akıl almaz yangın felaketinin izleri görülüyordu görülmesine ama,
kurtarılabilen ve elden geldiğince onarılan tekne malzemeleri sergilenmek
üzere yeniden düzenlenmişti. Ayrıca, teknelerin gövde iskeletinin 1/5
ölçüsünde modelleri yapılarak binaya yerleştirilmiş ve yapıları hakkında
genel bir fikir vermesi amaçlanmıştı. Ancak bu kez de binada bazı yapısal
sorunlar baş göstermeye başladı ve 1963 yılında müzenin kapıları bir kez
daha kapandı ve geçmişi geleceğe taşıyacak olan orijinal bronz dekorasyon
malzemeleri, heykeller, mermer mozaik parçaları, çapalar özenle Roma’da
Palazzo Massimo’daki Milli Müze’ye taşındı.
Yeniden doğuş
Bu arada,
Caligula teknelerinin Nemi Gölü’nde bulunması Nemi’ye uluslararası bir ün
kazandırmıştı. Çünkü bu tekneler, o gün için (bugün dahi) dünyada bilinen
ilk ve tek 2000 yıllık “krater gölü batığı” olmaları yanında muhteşem
saltanat teknesi örnekleri olarak da hayli dikkat çekici idi. Bu nedenle,
Nemi’de bulunan bu büyük değerdeki tarih hazinesinin İtalya tarihi için son
derece önemli olduğuna inanan İtalyan Hükümeti, 80’li yıllara gelindiğinde
Nemi Müzesi için kaynak ayırarak çalışmalar başlattı ve restore edilen müze
1988 yılında yeniden açıldı. Öncelikle, sağlam kalan metal aksamdan ve
fotoğraflardan yola çıkılarak ve aslına uygun olarak yeniden tasarlanan
ahşap yapı detayları bire bir inşa edildi, ardından da bazı orijinal
parçalarla birlikte bu müzeye yerleştirildi.
Öte yandan,
bölgenin diğer bir önemli tarih hazinesi olan Diana Tapınağı kalıntıları ile
ilgili arkeolojik çalışmalar 1989’dan itiberen hızlandırıldı ve ele
geçirilen yeni buluntularla müzenin zenginleştirilmesi amaçlandı. Tapınak
kompleksi içinde yer alan tüm yapılar Hıristiyanlığa geçişten itibaren yavaş
yavaş terk edildikten sonra uzun bir dönem boyunca unutulmuş ve neredeyse
tamamı, yüzyıllar içinde yöreye özgü bitki örtüsüyle sıkıca sarmalanarak tüm
gözlerden saklanmıştı.
Ancak
17.y.y.da başlatılan ilk araştırmalarla bu yapılar birer birer ortaya
çıkarılmaya başlandı. Ne var ki, arkeolojik çalışmalar zaman içinde farklı
ülkelerden bilimadamları tarafından yürütüldüğünden buradaki değerli
buluntular bugün dünyanın çeşitli müze ve özel koleksiyonlarına dağılmış
durumdadır ve çok az bir kısmı Nemi Müzesi’nde sergilenebilmektedir. Nemi’de
Caligula tekneleri ile Diana kültü arasında yadsınamayacak bir bağ olduğu
bilindiğinden, teknelere ait olan sualtı buluntuları müzenin ters çevrilmiş
iki tekne formundaki yapısının bir kanadına, Diana Tapınağı ve göl
çevresinde ele geçen toprak altı buluntuları da diğer kanada yerleştirilerek
hoş bir bütünlük sağlanmıştır.
İnanışa göre,
kuruluşu Troialı Aeneias’a bağlanan Nemi’deki bilimsel çalışmalar burada
ilk yerleşim izlerinin ancak İ.Ö.9.y.y.a kadar uzandığını ortaya koymuş olsa
da halen sürdürülen kazılarla yeni bilgilere ve çok daha gerilere giden
tarihsel kanıtlara ulaşılması olasıdır.
23 Mart
1996’da kurulan Dianae Lacus Vakfı, 2000 yılında Diana Nemorensis Replica
isimli yeni bir proje hazırlayarak, Caligula’nın teknelerinin tamamen aslına
sadık bir kopyasını yapıp, tam müzenin önünde göle yeniden demirlemek üzere
çalışma başlatmış olmakla birlikte, bilimsel çalışmalar, özel geziler,
konser ve sergi organizasyonu gibi etkinliklere mekan yaratma amacı taşıyan
bu proje, sponsorlar tarafından desteklenmesine rağmen finansal yetersizlik
sebebiyle çalışmalar güçlükle ilerlemektedir.
Emel ALTAN
EGE
22 Şubat
2006
Kaynakça:
* Antik Çağda
Denizcilik ve Gemiler - Lionel Casson Homer Kitabevi / 2002
* Nemi The
Town of Strawberries And Flowers – Comune di Nemi
* Antik
Mitolojide Kim Kimdir – Gerhard Fink Kabalcı Yayınevi / 1997
* I Colli
Albani – Azienda Aut. Sogg. e Turismo dei Laghi e Castelli Romani / 1982
*Diamanti
d’Acqua sui Colli Albani – Az. Aut. Sogg. E Turismo dei Laghi e Castelli
Romani
*Museo delle
Navi e Tempio di Diana –NEMI- Giuseppina Ghini ( Soprintendenza per i Beni
Archeologici del Lazio) – a cura dell’Istituto Clinico Riabilitativo “Villa
delle Querce”
*Avrupa’nın
Anası ANADOLU – Helmut Uhlig Telos Yayıncılık / Ağustos 2001
*Anadolu
Anatanrıçası Kibele – Dr. Mehmet Yaşar Ünal Ankara / Mayıs 2003
Bu yazı
www.ikiem.com
'den alıntı olup Sayın Emel Ege'nin izini ile sitemizde yayınlanmaktadır.
|