Türkler 1071
yılında Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’ya akmaya başladıklarında,
Doğu Roma İmparatorluğu’nda zor bir dönem yaşanıyordu. 1054’de Roma Kilisesi
ile Doğu Kilisesi kesin olarak ayrılmış, İtalya yarımadasında elde kalan son
kent Bari de kaybedilmiş, doğuda Türklerin eline geçen topraklardaki önemli
gelir kaynaklarıyla asker kaybı imparatorluğu
güçsüzleştirmişti.
Aynı yıl,
999 yılından itibaren Adriyatik’in kontrolünü ele geçirerek gücünü artıran
374 yıllık Venedik Dükalığı’nın 35. dükü Domenico Contarini (1043-1071)
hayata veda etmiş, yerine adaşı Domenico Selvo (1071-1085) seçilmişti.
“Sığınacak bir liman” arayan Bizans sarayı, çareyi önemli ticari imtiyazlar
karşılığı Venedik’le ittifak yapmakta buldu ve bu ilişkiyi daha da
sağlamlaştırmak için Venedik sarayına soylu bir gelin gönderdi. 1077 yılında
evlenerek Venedik dükü Selvo’nun karısı olan Teodora, 1081’de I.Aleksos
Komnenos adıyla Doğu Roma İmparatoru olarak tahta çıkacak olan Aleksos’un
kız kardeşiydi.
Zengin
Bizans saraylarında şaşaalı bir yaşama alışkın olan Teodora oldukça süslü ve
gösterişli bir kadındı. Her gün parfümlü sularla banyo yapar, makyajı için
saatler harcardı. Konstantinopolis’ten Venedik’e gelirken yanında sandıklar
dolusu, değerli taşlarla bezeli muhteşem kıyafetler getirdiği gibi, yeni
siparişlerle gardırobunu zenginleştirmeye devam ediyor, bunları özenle
giyinip tepeden tırnağa parfümlere bulanarak gün boyu sarayda salınıyordu.
Zaten yıllardan beri doğunun göz kamaştıran ihtişamını
Venedik-Konstantinopolis arasında mekik dokuyan gemicilerle tacirlerden
dinleyerek müthiş bir merak içinde olan Venedik halkı için yeni düklerinin
karısı Teodora fazlasıyla ilgi odağı olmaya başlamıştı. İnsanlar, onun her
yaptığıyla pek de ilgiliydiler.
Teodora, o
dönemde Bizans sarayına göre fazlaca gösterişli olmayan Venedik sarayı
ahalisi için de son derece dikkat çekici ve izlenen bir kişilik olmuştu.
Mücevherleri ve giysileri öylesine abartılıydı ki, sofraya oturduğunda
kollarını oynatmakta zorlanırdı. O dönemin yemek yeme biçimine uygun olarak,
tabaktan aldığı yiyecekleri eliyle ağzına götürmesi bu nedenle imkansız
olurdu. O da, bunun için özel olarak yapılmış, som altından, iki dişli,
uzunca bir alet kullanırdı. İşte, batıda ilk kez Venedik’te,
Konstantinopolis’ten gelen doğulu prenses Teodora tarafından kullanılan bu
alet “çatal”dı. Zaten, her hali ve hareketiyle ilgi odağı olan Teodora,
yemek yeme biçimiyle de hayli dikkat çekmiş, ünü dilden dile dolaşır
olmuştu. Onun yemek yerken kullandığı bu ilginç alet, 1379 yılında Fransa’da
da kullanılmaya başlandı. Ama, Fransız sarayının ihtişamlı sofralarında
yerini bulması III. Henry döneminde oldu. Çatal, 1500’lerden sonra
yaygınlaşarak sofraların vazgeçilmezi haline geldi.
Oysa
Venedikliler, Teodora’nın geleneklere uyarak elle yememesini şımarıklık
olarak değerlendiriyor, onu kuşkucu olmakla suçluyorlardı. Teodora, bir süre
sonra beklenmedik biçimde, deri yoluyla bulaşan bir hastalıktan hayata veda
edince de onun tanrı tarafından cezalandırılmış olduğuna hükmettiler. Ama
yine de, zaman içinde sofralarında “kuşkucu” Teodora’nın çatalına benzer
bir alete yer vermekten de kaçamadılar.
İtalyanca’da
çatal “forchetta” olarak adlandırılır. Bu kelime, Latince yaba/çatal
anlamına gelen “furca”- “forcone” kelimesinden türemiştir. Ancak,
İtalyanca’dan hayli farklı olan Venedik dilinde asırlardan beri çatalın çok
değişik bir adı vardır ve halen de öyle kullanılmaktadır: “piron”. Aynı
kelimenin Grekçe’de de aynı anlamda kullanılıyor olması ilginçtir. Aslında,
birbirine iliştirilmiş iki çubuğu tanımlayan bu kelime İtalyanca’da “pirone”
olarak kullanıldığında kaldıracı işaret ettiği gibi, “pirron/pirronista”
şeklinde de kuşkucu anlamını vermektedir. Bu, akıllara şunu getirmektedir:
Venedik’in saraya Bizans’tan gelen gelini Teodora’ya takılan lakap,
asırlardan beri sofraların “as” elemanı olan çatala her iki dilde de “piron”
denmesine ve böylece yerleşmesine neden olmuş olabilir.
Kelime
oyunlarına her zaman ilgi duymuş olan Venedikliler için bu hiç şaşırtıcı
olmasa gerek. Rivayet muhtelif olsa da, Teodora’nın “kuşkucu” çatalı
halen Venedik sofralarının baş tacı...
KUTU -1
1607’de
Vatikan’a karşı duran Venedikli rahip Paolo Sarpi, bir akşam vakti üç
suikastçı tarafından hançerlendiğinde de Venedikliler, aslında bunun
Roma’dan yönlendirilmiş bir olay olduğunu bildikleri halde doğrudan
suçlama yapıp şimşekleri üzerlerine çekmemek adına yine bir kelime oyunu
yaparak ve Sarpi’nin de olaydan sadece yaralı olarak kurtulmasını göz
önüne alarak, “gli stili” kelimesini kullanmışlardı. Tekil olarak “lo
stile” biçim, tarz, üslup, stil anlamına gelir. “lo stilo” ise hançer
demektir. Ama, her iki kelimenin çoğulu da aynı şekilde kullanıldığından
Venedik demek istediğini söylemiş (Roma hançeri), Roma da bunu anlamak
istediği biçimde anlamıştı (Roma tarzı). Eylemi gerçekleştirenler üç
kişi olduğundan kelimenin çoğul kullanılması yerindeydi.
KUTU -2
İlk
örnekleri doğuda görülen “çatal”, Konstantinopolis’ten Avrupa’ya, Venedik
yoluyla böyle erken bir tarihte tanıtılmış olmasına rağmen, Osmanlı
İstanbul’unda sofralara hayli geç yerleşmişti. Osmanlılar, yemeklerini
yerde, elle ve kaşıkla yemeği tercih ederlerdi.
14 Eylül
1829’da imzalanan Edirne Anlaşması’nı kutlamak amacıyla İngiltere’nin
İstanbul elçisi Sir Robert Gordon tarafından Haliç’te demirli bulunan Blonde
firkateyninde verilen baloya katılan Osmanlı devlet adamları, hem Osmanlı
tarihinde bir “ilk”e imza atarak bir baloya katılmışlar, hem de sofrada ilk
kez çatal bıçak kullanmışlardı.*
Bu
nedenle, bu tarih için, çatalın İstanbul sofralarına asırlar sonra
yeniden döndüğü gün, diyebiliriz. Artık, Osmanlı sarayında da “çatal”
ihtişamlı sofraların vazgeçilmezi haline geliyordu.
*Bu
saptama; Murat Bardakçı’nın 16-Ekim-2005 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki
yazısından alınan bilgilere dayandırılmaktadır.
Emel ALTAN
EGE – 4 Ekim 2005
Bu makale
Sayın Emel Altan Ege tarafından sitemizde yayınlanması
amacıyla ItalyaOnline.Net'e yollanmıştır.
Kendisine teşekkür ederiz.
|