M.Ö.1200’lerden M.S. 1200’lere uzanan zaman diliminde dört kentin kaderi
ilginç bir çizgide kesişti. Troya savaşında yaşanan hazin yenilginin
ardından, ünlü komutanlar Anadolu’nun farklı uygarlıklarını gemilerle İtalya
topraklarına taşıdılar. (Muhtemelen M.Ö.1184’de) Antenor, Henet halkı ile
birlikte yarımadanın kuzeyine yerleşti ve buraya TROYA adını verdi. Ardından
Aeneias, şimdi Roma’nın bulunduğu bölgeye yerleşti ve O da Troya’nın diğer
adı olan İLİON’u kullandı. “Yeni İlion” adıyla gitgide büyüyüp gelişen kent
M.Ö.8.y.y.’da tanrı soylu Romulus’un hakimiyetine geçtikten sonra artık ROMA
olarak anılmaya başladı. Roma büyüdü, büyüdü, büyüdü ve bir kent olmanın
ötesinde koskoca bir imparatorluğa dönüştü. Roma’yı Roma yapan Aeneias soyu,
kopup geldiği Anadolu topraklarını yavaş yavaş sınırlarına kattı. Ardından
sınırları Anadolu’yu bile aştı.
Başkent
Roma’nın ihtişamı dillere destandı. Derken, beş milyon kilometrekareyi aşan
bu geniş alan tek merkezden yönetilemez olunca tetrarşiye geçildi.
Diocletianus yardımcısı Galerius ile doğu tarafının, Maximianus da
Constantius ile batının yönetimini üstlendi. Ancak bu çözüm getirmedi,
imparatorluk parçalanmaktan kurtulamadı.
Constantius’un oğlu Constantinus, tüm diğer yöneticilerin ölmesinin ardından
M.S.312’de taç giyerek, doğudaki ve batıdaki toprakların tek imparatoru
oldu. Düşman saldırılarının odak noktası haline gelen Roma’ya alternatif
yeni başkent ararken, efsane kent Troya’ydı aklına ilk gelen. Asya ile
Avrupa’nın kucaklaştığı, Karadeniz ticaretinin kilit noktası olan bu
topraklarda ideal bir başkent yaratılabilirdi. Üstelik ataları onun uğruna
yıllarca savaşmamış mıydı, onca kan Troya uğruna dökülmemiş miydi? Hemen
çalışmalara başlandı. Bu kez amaç “yeni Roma”yı yaratmaktı.
Saldırılardan bezmiş Romalılar buranın Akdeniz’den gelecek tehlikelere karşı
çok korunaksız olduğunu farkedince, gözler Marmara’nın öteki ucuna çevrildi.
M.Ö. 7.y.y.’da Byzas’ın kurduğu, aynı adla anılan küçük kent pekala başkent
olabilirdi. 11 Mayıs 330’da, yeni surlarla çevrelenmiş, kocaman bir saray
kompleksi inşa edilmiş, (sonradan Ayasofya gibi devasa bir yapıyla
süslenecek olan) “yeni Roma” büyük törenlerle başkent ilan edildi.
Constantinus’un kenti, CONSTANTİNAPOLİS Roma’nın alternatifi olarak ondan
daha büyük, daha zengin, daha ihtişamlı yapılarla, ama tam da onun gibi yedi
tepe üzerinde yükseliyordu.
M.S.395’te,
imparatorluk resmen ikiye ayrıldıktan sonra, batı gücünü yitirdi. Asırlar
birbiri ardına geçip giderken o gün için bilinen dünyanın coğrafi sınırları
da sürekli değişir oldu. Gün geldi, doğunun ihtişamı batının gözlerini
kamaştırmaya başladı ve kutsal topraklar bahane edilip, İtalya yarımadasına
hükmeden dükalıklar doğu topraklarına yöneldi. Bu dükalıklardan biri
VENEDİK’ti.
M.S.1172’de
seçilen dük Sebastiano Ziani aklını İstanbul’un ihtişamına takmıştı. Ondan
daha güzel bir kent yaratabilmek için var gücüyle çalışıp, açtı kesenin
ağzını. Sarayı yeni baştan yaptı, kanalları doldurtup, meydanlar oluşturdu,
limanı genişletip, İstanbul hipodromundaki gibi Mısır’dan gelme mermer
sütunlar dikti. Ama gene de aklı Hipodrom meydanının zengin
süslemelerindeydi. Her ne kadar, bu küçücük adacıklar üzerinde o büyüklükte
bir alanı asla yaratamayacağını biliyorsa da gönlü “yeni Bizans”ı
yaratmaktan yanaydı. Çok geçmeden dileği gerçekleşti; Haçlılar’ın donanma
komutanı Enrico Dandolo, Hipodrom’un ünlü Quadriga Atları’ndan kilise
hazinelerine, değerli ikonalardan antik Yunan heykellerine kadar İstanbul’un
dillere destan tüm değerlerini 1204’te Venedik’e yolladı. Venedik artık tam
anlamıyla Latin Haçı taşıyan bir Bizans şehri olmuştu.
Roma
Troya’yı örnek aldı, İstanbul Roma’ya alternatif oldu, Venedik İstanbul’u
kıskandı. Tarih, bu dört kentin yollarını hep kesiştirdi.
Emel ALTAN
EGE
- 27
Eylül 2001
Bu makale
Sayın Emel Altan Ege tarafından sitemizde yayınlanması
amacıyla ItalyaOnline.Net'e yollanmıştır.
Kendisine teşekkür ederiz.
|