İsa’nın
doğumundan birkaç bin yıl önce yaşandığı varsayılan Nuh Tufanı’nın ardından
sular yavaş yavaş çekilmeye, karalar ortaya çıkmaya başlarken Alpler’in
eteklerinde çağıldayan nehirler (Padus-Po, Athesis-Adige, Medoacus-Brenta,
Piavis-Piave, Liquenti-Livenza, Tiliaventus-Tagliamento) kendilerine yol
bulmaya çalışarak aşağılara, Adriyatik’e doğru hızla akmaya koyuldular ve
önlerine kattıkları çalı çırpı, ağaç gövdesi, balçık kütleleri, her ne varsa
denize taşıdılar. Bunlar, zaman içinde denizle kara arasında bir set
oluşturmaya başladı. Sonra da, şiddetli rüzgarın ve farklı akıntıların
etkisiyle belli noktalarda toplanıp, kıyıdan fazla uzak olmayan adacıklara
dönüştü. Alüvyonlarla sürekli beslenen bu yığınlar artık, Adriyatik’in zaman
zaman hırçınlaşan dalgalarına karşı koyabilecek kadar güçlenmiş ve denizin,
nehirlerin, ovaların ve dağların oluşturduğu muhteşem bir armoni sunan bu
lagünü yaratmıştı:
Venedik Lagünü.
Aslında o
dönemde henüz bu adla anılmayan lagün, son derece ıssız, hafif tuzlu ve sığ
deniz suyuyla kaplı, göz alabildiğine bataklık ve sazlık bir bölgeydi.
Sadece üç noktadan (şimdiki adıyla Malamocco, Chioggia ve San Nicolo
boğazlarından) deniz sularının geçişine izin veren ve kum tepeciklerinden
oluşmuş ince bir kara parçasıyla Adriyatik’in azgın dalgalarına kapanan ve
bu sayede oldukça korunaklı olan lagün, özellikle bahar aylarında debisi
yükselen nehirlerin tuz oranını hayli düşürmesi nedeniyle bataklık bitkileri
için son derece elverişli bir ortam yaratırken sıklıkla kuşların akınına
uğruyor, envai çeşitte balık ve deniz canlısı için de vazgeçilmez bir
sığınak oluyordu.
Bu arada,
sahilden birkaç yüz kilometre uzaktaki Alpler’in tepelerinde yemyeşil
ormanlarla çevrili irili ufaklı yüzlerce göl, yaban keçisi avcılarının uğrak
yeri olmaya başlamıştı. Şimdiki adıyla, Terlago, Ledro, Calbricon, Lagorai,
Buse gibi göllerde keşfedilen kamp bölgelerinde hala binlerce yılın izi
bulunmaktadır. Bazı ilkel aletler ve cilalı çakıl taşlarının yanı sıra
özellikle Ledro Gölü içinde bulunan ve İ.Ö. 2000 yılına tarihlenen ahşap
kazıklar günümüze kadar bozunmadan ulaşmıştır. Bu bize, vahşi hayvanların
saldırılarından korunmak için göllerin içine çaktıkları kazıklar üzerine
inşa ettikleri kamp kulübelerinde yılın belli dönemlerinde bölgeye avlanmaya
gelen insanların varlığını düşündürmektedir. Dört bin yıldan beri göl suları
içinde çürümeden kalabilmiş temel kazıkları da, günümüze kadar ulaşan
yüzlerce yıllık Venedik yapılarında kullanılmış olan temel kazıklarının
mantığını net biçimde açıklamaktadır.
Yaz
aylarında ısının artmasıyla birlikte devasa bir tuzlaya dönüşen lagünü
çevreleyen bölgede yaşayan insanlar, büyük ihtimalle, dağlarda avladıkları
hayvanların etlerini uzun süre bozulmadan koruyabilecekleri tuzu toplamak,
çeşitli balık, deniz canlısı ve su kuşu avlamak için altı düz tekneleriyle
bu bölgeye geliyorlardı. Pek çok zorlukları olsa da, bu bölgede yaşam
yüzyıllarca bu düzen içinde sürmüş olmalı; Kışın Alpler’in etekleriyle
Adriyatik arasında uzayıp giden yemyeşil vadilerle ovalarda kara insanı
gibi, yazları lagündeki adacıklarda su kuşları gibi... Lagünden elde edilen
tuz, zaman içinde bölge insanı için değişim değeri taşıyan bir mal halini
almıştı. Altı düz teknelerle, lagünden nehirler boyunca içerilere ilerleyip
diğer yerleşim bölgelerine tuz taşımak ve karşılığında diğer ihtiyaçlarını
karşılayacak pek çok malı alıp yaşadıkları yerlere götürmek hiç de zor
olmasa gerekti. Diğer halklar tarafından “tarla sürmez, ekin biçmez, bağ
bozmaz” olarak tanımlanan bu bölgenin insanları, her zaman denizcilikte,
gemicilikte ve ticaretteki başarılarıyla öne çıkmıştı.
Lagünün
bulunduğu bölgenin Venedik olarak adlandırılması, İ.Ö.
1180’lere tarihlenir. Öncelikle, Homeros’un İliada destanında
anlattıklarıyla Heredot, Sophokles, Titus Livius ve Vergilius’un
aktardıklarından yola çıkarak, Enetler/Venetler adıyla bilinen
halkın İlliryalı, Paflagonialı, Troialı olarak tanımlandığını
görürüz. Muhtemelen İllirya’dan göçüp, Balkanlar ve Trakya üzerinden
Anadolu’nun kuzeyine, Karadeniz kıyılarında Parthenios Irmağı yakınlarında
Paflagonia diye anılan bölgeye yerleştikten sonra Troia
Savaşı’na katılan ve yenilginin ardından Troialı Antenor’la
birlikte Adriyatik’in bu uç noktasına ulaşan Enetler/Venetler,
lagün çevresinde yerleştikleri bu bölgeye Venetia (ya da
Venetike) adını vermişlerdi. Bölge, yaklaşık 3200 yıldan beri bu
isimle anılmaktadır. Çünkü, gerek ilk yerleştikleri yıllarda gerekse sonraki
dönemlerde burada farklı isimlerle anılan topluluklar, değişik adlarla
bilinen yerleşim merkezleri olsa da, Venedik bu merkezlerin en
güçlüsü olmayı başarmış, bölgede yaşayan halk da Venedikli
olarak anılmıştır.
Enetler/Venetler’le
Luwi dili konuştukları var sayılan Troialılar’ın ve diğer yerleşimcilerin
İ.Ö. 1184 ( bu tarih, bölgenin en önemli kentlerinden Padova’nın Troialı
Antenor tarafından kurulduğu tarihi olarak kabul edilir)’den itibaren bu
bölgede ortak bir kültür geliştirdikleri, ardından İ.Ö.VII.y.y.da yine bir
Anadolu göçeri olduğu düşünülen Etrüskler’in hakimiyetine girerek onların
kültürlerinden etkilendikleri bilinir. İ.Ö.V.y.y.dan sonra Etrüskler’in
bölgedeki hakimiyeti zayıflayınca Venedik Lagünü çevresindeki topraklar,
İ.Ö.II.y.y.dan itibaren tamamıyla Roma egemenliğine girmiş, bölge halkı İ.Ö.
90’lara gelindiğinde de Roma vatandaşı kabul edilmiş, Aquileia, Padova,
Chioggia, Altino, Treviso, Verona, Vicenzo gibi kentler artık Roma-Veneto
kentleri olarak Roma kültürü içinde yer almaya başlamıştı. Troia Savaşı’nda
“Demir Atlılar” olarak ünlenmiş olan Venetler’in “at”
kültürünü buraya Romalılar’dan çok önce, Anadolu’dan getirdikleri ve bir
diğer Troialı Aeneias tarafından kurulduğuna inanılan Roma’nın egemenlik
sınırlarını git gide genişleten halkına da kendi kültürlerini aktardıkları
ve ortak kültür yarattıkları, bölgede ele geçen buluntulardan
anlaşılmaktadır. İ.Ö. I.y.y.dan itibaren, nehirlerde ve denizdeki rotalarına
ilaveten, Roma karayollarının burayı da bir ağ gibi sarmasıyla Venedik
Lagünü çevresindeki kentler, özellikle tuz ticaretinin gelişmesi sayesinde,
son derece zengin merkezler haline gelmişti. Bu arada, Roma
İmparatorluğu’nun topraklarını beş milyon kilometre kareden geniş bir alana
kadar genişletmesi, Akdeniz’i çevreleyen kıtalarda önemli merkezleri
egemenlik alanına katması, zaman içinde tek merkezden idareyi güçleştirmeye
başlayınca imparatorluk eyaletlere bölünmüş, vilayetlerin başına da valiler
atanmıştı. Bu dönemde, lagün çevresindeki yerleşim merkezleri Venedik
ve İstri Eyaleti’ne bağlanmıştı.
İsa’dan
sonraki yıllarda, paganlıktan Hıristiyanlığa geçiş sancıları sürerken
imparatorluğun farklı bölgelerinden isyan haberleri geliyordu. 238 yılının
Nisan ayı sonunda Venedik ve İstri Eyaleti’nin önemli merkezlerinden
Aquileia’da bir başkaldırı hareketi yaşandı. Ancak imparatorun verdiği
kuşatma emri, eriyen kar sularının İsonzo Nehri üzerindeki köprüyü tahrip
etmesi nedeniyle askerlerin bölge ulaşamaması sayesinde uygulanamadı. Zengin
ticaret merkezlerinden olan Aquileia aynı zamanda çatışmaların odağında olan
önemli bir karakoldu. Venedik valisi M.Aurelius Julianus da, İ.S. III.y.y.
sonlarına doğru imparatora isyan ederek “özgürlük” vadeden sikkeler
bastırmış, imparatorun ordusuyla Verona yakınlarında savaşırken ölmüştü.
IV.y.y.ın
ilk yarısı geçilirken, dağılan Hunlar, Gotlar’ı önlerine katarak Orta
Asya’dan batıya doğru ilerlemeye başladılar. Bu arada, Roma imparatorluğu
Batı ve Doğu olarak ikiye bölünmüş, 395 yılından itibaren de,
Konstantinopolis merkezli Doğu İmparatorluğu, başkent çevresindeki
toprakların selameti açısından Gotlar’ın Venedik yakınlarındaki bir bölgede
(Ljubljana çevresi) yerleşmesine destek vermişti. Doğu’daki topraklarda
barınamayacaklarını anlayan Gotlar, 401 yılından itibaren Balkanlar’dan
tümüyle ayrılarak lagün çevresindeki zengin yerleşim yerlerine saldırıları
artırınca, Venedikliler de çareyi lagündeki adacıklara sığınmakta buldu.
1152 Tarihli
belgelerden ve tarihçi Sabellico’nun saptamalarından yola çıkılarak, 25 Mart
421 Cuma gününün (bugün hala aynı adla var olan adalar kenti) Venedik’in
doğduğu tarih olduğu kabul edilmektedir. O gün, Rialto’daki San Giacomo
Kilisesi’nin yapılış tarihidir. Ancak, o tarihlerde burada ekonomik, politik
ve askeri açıdan örgütlenmiş bir kentten söz edilemez. Burası henüz “geçici”
bir yerleşimdir. Ve, karadaki kentlere düşman saldırıları tehlikesi geçer
geçmez halk yeniden eski yerleşim yerlerine dönmektedir. Oysa, Attila
komutasındaki Hunlar’ın Tuna boyundaki vilayetleri ele geçirip Macaristan
topraklarında karargah kurarak akınlar düzenlemeleri, saldırı ve yağmaları
452 yılı baharında Venedik lagünü çevresindeki yerleşim merkezlerinde büyük
bir tehlike yaratmıştır. Yüz bin kişilik ordusuyla Attila, ele geçirdiği
bölgelerde büyük talan ve kıyıma neden olurken halk arasında müthiş korku
salmıştır. Venedik’te, “Attila’nın bastığı yerde ot bitmez”
deyişi o günlerden kalmıştır.
Artık karada
yaşamak çok tehlikeli bir hal alınca, Venedikliler lagün içindeki
adacıkların “daimi” yaşam alanları olmasına karar vererek, evlerini burada
kurmaya başladılar. Padova’da yaşayanlar Malamocco ve Chioggia’ya,
Aquileialılar Grado’ya, Aquileia’nın hemen yakınında, Via Popilia üzerinde
önemli bir kavşak noktasında bulunan Altino’da yaşayanlar da önce
Torcello’ya, ardından Burano ve Murano’ya yerleştiler ve burada yeniden var
olma mücadelesine giriştiler. Beş yüz elli kilometre karelik lagünde, balçık
zemine İstri ve Ravenna’dan deniz yoluyla taşıdıkları kütükleri çakarak
aralarını ağaç dallarıyla örüp sağlamlaştırdıktan sonra, üzerlerine
sazlardan kulübeler kondurdular. Önceleri, kulübeleri ve tekneleri için
gerekli ahşabın temini, sonra da tuz ticaretini sürdürebilmek için
Adriyatik’in iki kıyısındaki geniş sahil şeridine düzenli olarak seferlere
başlayan ve mallarını karadaki tehlikelerden uzak, güven içinde taşımayı
başaran Venedikliler, artık bölgedeki deniz nakliyeciliğini tamamen
tekellerine almışlardı. Bu, onların Akdeniz’de egemenliğinin ilk işaretiydi.
Lagün halkı
büyük bir uyum içinde yaşıyordu. Zengini de fakiri de eşit şartlara sahipti.
En büyük nimetleri olan balığı ve deniz ürünlerini ana yemekleri
yapmışlardı. Onların “para”sı sayılan tuz da kendileri için gerekli diğer
ürünlerin, özellikle de şarap ve buğdayın temininde Adriyatik sahilleriyle
ticaretlerini geliştirmeye yetiyordu. İlk resmi Venedik arşivi 976
yangınında tamamen tahrip olduğu için, adına ilk kez 1094 tarihli bir
belgede (bu halen şehir arşivinde saklanan, dönemin dükü Vitale Faliero’ya
ait bir mektuptur) rastlanan, Latince “küçük tekne” anlamında
“cimbula-cuncula”, Yunanca “kondi-kundi-konka”
yani “deniz kabuğu” denen “gondol”lar
sazlıklarla kaplı sığ sularda kolayca ve sessizce ilerlemelerine imkan
sağlıyordu. Çağdaşları olan “kara” insanlarının evlerinin önünde birer at ya
da at arabası bulunurken her Venedik evinin önünde bir gondol bağlı olurdu.
Artık, Venedikliler’in atları da arabaları da gondolları olmuştu.
Teknelerini evlerinin bahçesinde kendileri yapar, tamirini de yine kendileri
üstlenirdi. Üstelik onlar, asırlardan beri bölgenin tüm coğrafik ve
meteorolojik şartlarını çok iyi öğrenmişler, bu sayede anakaradaki tüm
tehlikelerden uzak, güven içinde yaşamanın yollarını bulmuşlardı.
466 Yılında,
bölge halkı Badoer, Barozzi, Contarini, Dandolo, Falier, Gradenigo,
Memmo, Michiel, Morosini, Polani, Sanudo ve Tiepolo
ailelerinin hakimiyetindeki 12 merkezde toplandı. Lagündeki yaşam her ne
kadar onları tehlikelerden uzak tutsa da, 568’den itibaren karadan
Lombardlar’ın baskısı şiddetini artırmaya başlayınca, 640 yılında bu 12
merkez güçlerini birleştirip Lombardlar’a karşı birlikte direnme kararı
aldı. Heraklea’yı başkentleri yapıp 697’de, adaların idari, siyasi,
ekonomik, dini ve kültürel bütünlüğünü sağlayarak tam bir birlik oluşması ve
tüm yetkilerin tek elde toplanması amacıyla Aquileia Patriği’nin yeni evi
olan Grado’da, patriğin önderliğinde ilk seçimlerini gerçekleştirdiler.
“12 Başı” yani dük (doge, doç ya da Piri Reis’in deyişiyle dozi)
seçilen Paoluccio Anafesto (697 – 717), Heraklea’daki dükalık makamına
yerleştiğinde Batı Roma İmparatorluğu’nun yeniden güçlenme çabalarına destek
verme amacıyla Roma’ya yaklaşmayı tercih ettiyse de, bölge Konstantinopolis
merkezli Doğu Roma İmparatoru’nun elçisi tarafından yönetilen uzak bir
eyalet konumundaydı ve bu durum Doğu’da hiç hoş karşılanmamıştı. 726
Yılında, üçüncü dük olarak Orso İpato (726 – 737)’nun seçilmesinin ardından
12 merkezden oluşan bu birlik “Venedik Dükalığı” adını almış,
bağımsızlık ve özgürlük talebiyle Doğu imparatoruna baş kaldırmıştı.
İmparator III. Leon (717 – 741), dükün üzerinde yetkilere ve güce sahip olan
elçisi aracılığıyla halka inançları konusunda baskı uygulamaya, kiliseleri
güçlü kılan zenginliğin nedeni saydığı manastırların kapatılması, ikonaların
kaldırılması gibi maddeler içeren fermanlarını yayınlamaya başlamıştı.
730’da, ikonalara ibadeti paganlıkla eş tuttuğunu bildiren fermanın
yayınlanmasının ardından imparatorluk içinde sert din çatışmaları yaşandı ve
paha biçilmez ikonalar kırılıp, değerli el yazmaları yakıldı. Venedikliler
bu uygulamalara şiddetle karşı çıktılar.
737 yılına
gelindiğinde Heraklea’ya komşu olan Jesolo halkı ile savaş başladı ve bu
savaşta dük Orso İpato öldü. Bunun üzerine dük seçimi askıya alındı birer
yıl görevde kalmak üzere askeri komutanlar yetkiyi ele aldı. Venedikliler,
742 yılında merkezlerini daha korunaklı olacağını düşündükleri Malamocco’ya
kaydırma kararı aldılar ve aynı yıl, savaşta ölmüş olan düklerinin oğlu
Teodato İpato (742 – 755)’yu dördüncü dükleri olarak seçtiler. Bir yandan
savaşların odağında olan Venedik’te deniz yoluyla ticaret de aynı hızla
sürmekteydi. 756 Yılına gelindiğinde, artık yeniden Malamocco merkezli bir
“Venedik Dükalığı”ndan söz ediliyordu ve Adriyatik’te ticari
seferler devam ediyordu. 774’de, Papalığın izniyle, Olivolo adasındaki San
Pietro Kilisesi’nde Grado Patriği’ne bağlı olarak bir piskoposluk kurumu
tesis edildi ve Venedik dini anlamda da değer kazanmaya başladı.
Bu arada,
imparatorun kiliselere uygulamakta olduğu baskılara direnmede
Konstantinopolis’te bulunan Hagios Ioannes Prodromos Kilisesi’ne bağlı
Studios Manastırı ve oranın baş rahibi Teodoros başı
çekiyordu. Teodoros, III.Leon’un yaktırdığı kitapların yerine yenilerini
hazırlayarak çok geniş bir kütüphane oluşturdu. Kaligraflar ilk kez “küçük”
harf kullanarak Hıristiyan yazarların yanında pagan yazarların da el
yazmalarını çoğalttılar. Sayfalar eşsiz güzellikte minyatürlerle
donatılıyordu. İlk kitap çoğaltım işliği yani “scriptorium” burada
bulunmaktaydı ve burada hazırlanan değerli el yazmalarıyla emsalsiz ikonalar
imparatorluğun her yerinde ünlenmişti. Studios Manastırı, aynı zamanda ilahi
yazarı da olan Teodoros sayesinde bilim merkezi olmanın yanında ilahi
söyleme merkezi haline de gelmişti. Teodoros, imparatora karşı çıkışları ile
ilgili yazılarını kitap haline getirince üç kez sürgüne gönderilmekten
kurtulamadı. Sürgün yeri, otoritenin yitirilmeye başlandığı, neredeyse
gözden çıkarılmış olan uzak vilayet Venedik olmuştu. Teodoros, burada önce
Torcello’daki S.M. dell’Assunta Katedrali’nde, sonra da San Pietro di
Castello’da din adamlarını örgütleyerek imparatora başkaldırılarını
sürdürdü. Nicedir imparatora bağlı olmanın huzursuzluğunu duyan Venedikliler
tüm güçleriyle Teodoros’u desteklediler. İmparatorluk yöneticileri onu bu
uzak merkeze sürgüne göndererek onun manastırlar üzerindeki etkilerini
azaltabileceklerini düşünmüşlerdi. Oysa öyle olmadı. “İmparatorlar,
tanrısal öğretiler konusunda sadece din adamlarına yardımcı olmak ve sadece
din dışı işlerle ilgilenmekle yükümlüdürler” diyen Teodoros’un
öğütleri imparatorluk sınırları içindeki tüm manastırlar tarafından ilgiyle
izleniyordu. Venedikliler, Teodoros’a tam anlamıyla destek verip onu ve
öğretilerini benimsemişlerdi. “Ben hem imparatorum hem rahibim”
diyen III.Leon’un ardından tahta geçen oğlu V.Konstantinos (741 – 775),
manastırlara karşı daha sert tavır içine girmiş, manastırları kışlaya
çevirerek tüm zenginliklerine el koymuştu. 815’te Aya Sofya’da
“ikonaseverler” için alınan kararlar ölüm fermanı anlamına geliyordu.
Teodoros Venedik’ten geri çağrıldı ve 825 yılında başı kesilerek idam
edildi. Venedikliler, “ikonakırıcılık” döneminde Doğu’daki imparatora baş
kaldırırken kendilerine destek verip bağımsızlıklarını kazanmada ve
Konstantinopolis’ten kopmalarında arkalarında olan Teodoros’a
minnetlerini sunmak için onu kentlerinin ilk “koruyucu aziz”i
ilan ettiler. Artık o, Venedik’in San Teodoro’su idi.
Bir yandan
bunlar yaşanırken, Venedik’te Adriyatik’in hırçın dalgaları, sürekli
yükselen sular Malamocco’yu sıklıkla istila etmeye başlayınca dükalık
merkezinin üçüncü (ve son) kez yer değiştirmesi kararı alındı. 810 yılından
itibaren merkezin “yüksek kıyı” anlamına gelen Rivo Altum ( ya da bugün
bilinen adıyla Rialto)’a taşınması, burada inanılmaz yaratıcılıklarla
sürecek olan yepyeni bir yaşamın başlangıcı oldu. Dönemin dükü Angelo
Partecipazio (810-827), Venedik’i ilk kez imar eden kişi olarak anılır ve
819 yılında ilk resmi Venedik arşivi oluşturma çabaları dikkat çekicidir.
Partecipazio, düklerin kendilerine yaraşır bir yerde çalışması ve yaşaması
gerektiği düşüncesiyle, daha önceleri kendi evlerinde yaşayan dükler için
ilk kez 811 yılında gösterişli bir saray yaptırmaya başlamış, birbirine
yakın adacıkları köprülerle bağlayıp adalar arasındaki kanalları
derinleştirerek suyun sirkülasyonunu ve ulaşımı kolaylaştırmayı amaçlamıştı.
Ayrıca, Büyük Kanal’dan şehrin ana girişi olan Molo’ya, yani şimdiki sarayın
önüne kadar bir koruma seti yaptırdı. 814 yılında tamamlanan Dükler
Sarayı, çevresi surlarla kaplı, dört köşesinde dört kulesi olan ve
saraydan çok suların içinden yükselen bir kaleye benzer yapıdaydı. 825’te,
sarayın hemen yanına da San Teodoro adına küçük bir kilise
inşa edilmişti. Ancak, Venedikliler’in Teodoros’a bağlılıkları çok uzun
sürmedi. Çünkü, sonuçta Teodoros onların artık tamamen kopmak istedikleri
Doğu Roma’nın bir vatandaşıydı ve şehirlerinin adını çok daha önemli biri
ile yüceltmek istiyorlardı. Bu kişi, San Marco idi.
Dört İncil
yazarından biri olan San Marco (65-70 yıllarında “ilk” İncil’i
onun, her zaman yanında olduğu San Pietro’nun vaazlarını derleyerek ve
Yunanca olarak kaleme aldığı varsayılır)’nun İsa’nın öğretilerini yaymak
için Venedik’e de geldiği Torcello’da öldüğü rivayet edilir. Din kitapları
Kudüs’te doğduğunu, San Paolo ve San Pietro ile birlikte Hıristiyanlığı
yayma amacıyla Anadolu’ya ve İtalya topraklarına gittiğini, diğerleri
Roma’da şehit edildikten sonra İskenderiye’ye döndüğünü ve burada
öldürüldüğünü yazsa da, efsaneye göre iki denizci, onun Torcello’dan Mısır’a
kaçırılan kutsal emanetlerini İskenderiye’de bulup 25 Nisan 825 günü
Venedik’e geri getirmişlerdi. O sıra Venedik’in Dükalık Sarayı’nda
Giustiniano Partecipazio (827-829) oturmaktadır. Dük, sarayın kuzey
kanadında San Marco adına bir şapel yapılmasını emreder ve kutsal emanetler
oraya yerleştirilir.
829 yılında,
I. Giovanni Partecipazio (829 – 836) dük olunca Venedik’in ikinci
“koruyucu aziz”i seçilen San Marco adına bir bazilika
yapılması emrini vermiş ve azizin sembolü olan “kanatlı aslan”ı
Venedik Dükalığı’nın resmi sembolü ilan etmişti. San Marco’nun
kutsal emanetleri 25 Nisan 832’de San Marco Bazilikası’na
nakledildi. Venedik artık, Hıristiyan dünyasının en önemli isimlerinden
birinin koruyucusu olduğu, onun sembolü “kanatlı aslan”ın
sayıları gitgide artan ve tüm Akdeniz’de serbestçe dolaşan gemilerin
sancağında ve dükalık sarayının önünde dalgalanan bayrakta yer aldığı, hızla
güçlenen bir şehir-devlet olmuştu. 840 Yılında Doğu Roma’dan tam
bağımsızlığını ilan eden Venedik’in başında dük Pietro Tradonico (836-864)
vardı.
Venedik,
yoktan var edilmiş topraklarda, halkın doğrudan seçerek başa geçirdiği dükün
idaresinde, geçmişten gelen farklı kültürlerin harmanlandığı ilginç
yapısıyla, geleneksel törenleriyle dikkat çeken bir merkezdi. Her yıl, 31
Ocak günü burada, San Pietro di Castello Kilisesi’nde toplu düğün törenleri
yapılırdı. Deniz ticareti nedeniyle doğu ile sıkı bağlantı içinde olan
Venedikliler, buraların göz kamaştıran dokumalarını, değerli taşlarını ve
daha birçok malı kendi şehirlerine taşıyarak komşularının kıskanç ilgisinin
de hedefi oluyorlardı. Nitekim, 944 yılında, yine beyazlar giymiş,
kendilerine hediye edilen mücevherleri kuşanmış genç gelinler İstrili
korsanların “aşırı” ilgisini çekmiş olmalı ki, bu kilise ani bir baskına
uğradı, insanlar öldürüldü, gelinlerse korsanlara “eş” olmak üzere pahada
ağır çeyizleriyle birlikte kaçırılıp korsanların sığınağı Caorle’ye
götürüldü. Venedikliler, böyle bir günde böylesi bir baskını
beklemediklerinden hazırlıksız yakalanmışlardı. Ama çok geçmeden
toparlandılar ve hemen kuvvetlerini toplayarak 24 saat içinde gelinleri geri
almayı başardılar. (Genç gelinlerin o gün teknelerle Venedik’e geri
getirilişi, geleneksel “regata”ların da başlangıcı kabul
edilir). Bu arada, Caorle’de yuvalanmış tek bir korsanı bile sağ
bırakmadılar. Bu, bir anlamda, tüm Adriyatik içinde Venedik gemileri için
tehlike oluşturmaya başlayan korsanlara da gözdağı olmuştu.
991’de henüz
30 yaşında iken dük seçilen II. Pietro Orseolo (991- 1008) çok büyük radikal
değişimler başlatarak çok önemli diplomatik başarılara imza attı. 992
Martında Konstantinopolis’teki imparator II.Basileios (976 – 1025) ile
Venedik tacirlerinin Akdeniz’deki güvenliğinin sağlanması ve korsanlarla
mücadele için bir anlaşma yaptı. O sıralar Konstantinopolis (bilinen)
dünyanın en büyük pazarı, Venedikliler de bu pazarın en önemli tacirleriydi.
Burada toplanan doğu malları batıya İtalyan şehir-devletlerinin, özellikle
de Venedik’in gemileriyle taşınırdı. İmparatorun desteğini alan dük, 999
Yılında da, bizzat komuta ettiği büyük bir filo hazırlatarak Adriyatik’e
açıldı ve tüm kıyıları karış karış tarayarak korsanların kökünü kuruttu.
Artık, San Marco bayrağı Adriyatik’te gücün, özgürlüğün ve
zenginliğin simgesi olarak dalgalanıyordu. Dükün bu zaferi “Venedik’in
denizle evliliği” olarak adlandırılırken İstri ile birlikte tüm
Dalmaçya kıyılarının hakimiyetini ele geçiren Orseolo, 18 Mayıs 1000 günü
“Venedik’in ve Dalmaçya’nın Dükü” unvanını almıştı. Adriyatik
hakimiyeti, Venedik’in Akdeniz’deki gücünü ve itibarını da hayli artırdı.
İmparator II.Basileios, bir zamanlar Doğu’ya bağlıyken şimdi bağımsız ve
büyük bir güç merkezi olma yolunda hızla ilerleyen Venedik’le daha sıkı
bağlar kurma arzusuyla, dükün on dokuz yaşındaki oğlu Giovanni’ye
Konstantinopolis sarayından soylu bir gelin vermeyi teklif etti. Sonraki
yüzyıllarda fazlasıyla ön plana çıkacak olan “asalet” kavramının hayli
önemsendiği Venedik için de bu, bulunmaz bir fırsattı. Düğün töreni
nedeniyle o güne kadar görülmemiş şatafatlı şenlikler yapıldı.
İlk ticaret
malı tuz olan Venedikliler, Konstantinopolis başta olmak üzere Akdeniz’in
doğusundaki limanlara düzenledikleri seferlerle yükte hafif pahada ağır olan
ve Avrupa’da çok tutulan safran, tarçın, karabiber, kimyon gibi malların
ticaretini ellerine geçirip giderek zenginleştiler. Ticaret, her bir sefer
için tüccar ailelerle Venedik yönetimi arasında kurulan ticari ortaklıklarla
gerçekleşiyordu. Baharat ticaretinde kullanılan tekneler açık denizde
yelkenle, karaya yakın seyrederken de 200 kürekçiyle yol alıyordu. Muda adı
verilen konvoylar halinde yol alan ve içinde silahlı ve güçlü tayfaların
bulunduğu tekneler Venedik yönetimi tarafından büyük ailelere kiralanıyor,
onlar da bu gemilerde kira karşılığı baharat tüccarlarına yer ayırıyordu.
Deniz ticaretinin artması tekne yapımcılığını da geliştirdi ve 1104’de,
dük Ordelafo Faliero (1102 – 1118) tarafından, “ikizler” olarak adlandırılan
iki ada üzerinde “Arsenal” (Arapça “darsena-darsina”
kelimesinden Venedik diline geçmiş, sonra da İtalyanca’dan 14 dile
aktarılmış bir kelimedir) yani ilk resmi tersane kuruldu. Artık Venedik,
sadece denizcilerin, balıkçıların, tuz tacirlerinin yaşadığı bir kent değil,
sanatçıların, zanaatkarların akın ettiği, dükkanların peş peşe açıldığı
zengin ve büyük bir merkez haline gelmişti. Demirciler, marangozlar,
duvarcılar, kasaplar, manavlar, saraçlar, küfeciler, camcılar ve daha pek
çok meslekten insan Venedik ekonomisine hareketlilik kazandırmıştı.
Ticaretin kalbi Rialto’da atıyordu.
Venedik
giderek güçlenip zenginleşirken doğuda imparatorluk açısından oldukça zor
günler yaşanıyordu. 1054’de Hıristiyan dünyası da ikiye bölünmüş, Roma
merkezli papalık ile
Konstantinopolis merkezli patriklik arasında ciddi üstünlük kavgaları
sürerken Grado patriğine papa tarafından “Venedik ve İstri
Metropoliti” unvanı verilmişti. Grado’nun “yeni Aquileia” adıyla
birinci patriklik ilan edilmesi Antakya başta olmak üzere, doğudaki diğer
dini merkezler tarafından hiç de hoş karşılanmayacaktı. Ancak, doğudan hızla
yaklaşmakta olan tehlike imparatorun bu konuyu gündemine almasını
engelliyordu. O zor dönemde Venedik, Konstantinopolis’in “vazgeçilmez”i idi.
1071’de Türkler’in Malazgirt’te zafer kazanarak Anadolu topraklarında
yayılmaya başlaması, kaybedilen topraklarda yitirilen gelir kaynakları ve
insan gücü, Doğu İmparatoru’nun Venedik’ten ticari imtiyaz karşılığı destek
istemesine neden oldu. İlişkileri daha da sağlamlaştırmak için
Konstantinopolis sarayının prensesi Teodora 1077 yılında, Venedik dükü
Domenico Selvo (1071-1085)’ya “gelin” olarak gönderildi. Teodora, 4 Nisan
1081’de I.Aleksos Komnenos (1081 – 1118) adıyla imparator olarak Doğu Roma
tahtına geçecek olan Aleksos’un kız kardeşiydi ve onunla birlikte “çatal”
kültürü de Konstantinopolis’ten Venedik’e taşınmış oldu.
İmparator
Aleksos’la sağlanan anlaşma gereği, 1082’nin Mayıs ayından itibaren
Venedikli tüccarlara mühürdar tarafından Khrysoboullon adı verilen bir belge
verilmeye, bu sayede de Venedikliler, Konstantinopolis’te ve imparatorluğun
tüm limanlarında ticari vergilerden muaf tutulmaya başlandı. Üzerine tarih
yazılan ve imparatorun bizzat attığı kırmızı mürekkepli imzaya sahip olan bu
belge mühürdarlığın da en değerli belgesiydi. Belge katlanır ve zarf gibi
kapatıldıktan sonra üzerine “bolla” denen altın mühür basılırdı. Bu anlaşma,
Venedik için son derece olumlu gelişmelere yol açtıysa da Konstantinopolis
merkezli Doğu imparatorluğu için sonun başlangıcı olmuştu. Venedikliler,
Abydos (Çanakkale), Edirne, Trabzon, Antakya, Adana, Tarsus ve Foça gibi
önemli merkezlerde ticari temsilcilikler açma hakkını elde ettiler.
Venedikliler’e Konstantinopolis’teki bazı değerli mülkler verilirken, birçok
imalathaneyle Galata’daki üç iskele de onların kullanımına tahsis edildi.
Venedikliler, Dalmaçya kıyılarının kaliteli kerestesini ve demiri hiç vergi
ödemeden buraya taşıyor, kaliteli doğu mallarını da Avrupa ülkelerine
dağıtılmak üzere Venedik’e götürüyorlardı. Buram buram “doğu” kokan
Rialto’daki inanılmaz hareketlilik Venedik’teki zenginliğin de
göstergesiydi. Oysa, imparatorluk topraklarında yaşayan halk, doğuda ve
batıda gerçekleşen saldırılarla yaşanan savaşlar nedeniyle gittikçe
fakirleşiyordu. Ekmek fiyatlarındaki aşırı artış isyanlara neden oldu. En
önemlisi, Kutsal Topraklar kaybedilmişti. Roma kilisesinin başında bulunan
Papa II.Urban 1095 Kasım’ında bir konsil topladı ve batıdaki tüm
Hıristiyanların güçlerini birleştirerek doğudaki din kardeşlerine yardıma
gitme önerisini dile getirdi. Oysa, asıl amaç biraz daha farklıydı. Bu,
Haçlı Seferleri’nin başlangıcıydı. Venedik ise, ticaretini Kahire
– Konstantinopolis – Venedik üçgeninde, sadece imparatorluğun Hıristiyan
halkıyla değil, özellikle Mısır’daki Müslümanlarla da çok verimli bir konuma
getirdiğinden, bu birliğin içinde yer alma konusunda “şimdilik” kaydıyla
çekimser kalmayı tercih etmişti.
Venedikliler
doğuyla ticareti geliştirirken şimdiki meslek odalarının çıkış noktası olan
“lonca” sistemini de benimsediler. Venedik’te ilk kez, bir
araya gelen 20-25 kadar balıkçının kurduğu loncanın ardından dokumacı ve
kunduracılar loncası oluşturuldu. Daha sonra, tüm meslek guruplarının birer
loncası oldu ve buralara üye olmayanlar yaptıkları işte ciddiye alınmadılar.
Ticaret, sistemli bir yapıya kavuştu ve ilk bankerliğin, saymanlığın,
muhasebeciliğin, bankacılığın temelleri Rialto’da atıldı. Giderek daha da
zenginleşen Venedik’te, artık ahşap yapıların üzerleri İstri mermerleriyle
kaplanarak şehrin görüntüsü de değişmeye başlıyor, Venedik, Büyük Kanal
boyunca dizilen ihtişamlı saraylarıyla gücünü Akdeniz’in sularına
yansıtıyordu. Şimdi sırada, daha sistemli bir siyasi yapılanma vardı.
Roma’nın ilk yönetim biçimi, yani seçimle gelen bir kral, soylular kurulu ve
halk meclisinden oluşan yapı Venedik için iyi bir örnek olabilirdi. Dük
Pietro Polani (1130-1148) görevdeyken, 1143’te, o güne kadar 480 üyeli halk
meclisinin tezahüratı ve alkışlarıyla yapılan seçim sisteminde değişiklik
yapılması kararı alındı ve şehrin olgun yaştaki, güvenilirliğini kanıtlamış
kişileri (sadece erkekler) arasından seçilen 12 kişilik bir danışma kurulu
oluşturuldu. Seçilecek dük, danışma kurulu üyeleri tarafından denetlenecek,
kararlar bu kişilere danışılarak alınacak ve bu sayede “despot” hükümdarlık
asla söz konusu olmayacaktı. Bu kurulun adı, Yaşlılar Konsülü
(Meclisi) idi. 1172’de, 30 yaş üzeri Venedik vatandaşları arasından seçilen
2000 kişinin oluşturduğu Büyük Konsül tarafından
görevlendirilen 12 kişilik danışma kurulunun oylarıyla seçilen Sebastiano
Ziani (1172-1178), gerçek anlamda bir seçimle iş başına getirilen ilk dük
olmuştu. Dük seçimi nedeniyle yapılan kutlamalarda, Konstantinopolis’te
imparatorların taç giyme törenlerinde görüldüğü gibi, sarayın önünde
toplanan halka altınlar atılmıştı. En ön sırada tacirler yer almaktaydı.
Bu
törenlerin yapıldığı tarihten bir süre önce, doğuda sağladıkları imtiyazlar
sayesinde çok zenginleşen Venedikli tacirler, Venedik’le Konstantinopolis
arasında mekik dokuyarak her iki kentte de refah içinde keyifle yaşarken,
özellikle Konstantinopolis’teki diğer tüccarların isyanlarına neden olunca
imparator II.Ioannes ( 1118 – 1143) Venedikliler’in imtiyazlarını
sonlandırmak istemiş, Venedik donanması da bunun üzerine Ege adalarına
saldırıya geçmişti. İmparator, böylelikle 1126’da yeni bir anlaşmayla
imtiyazları onaylamak zorunda kalmıştı. Ardından tahta geçen oğlu I.Manuel
(1143-1180) de, Ekim 1147 ve Mart 1148 tarihli fermanlarıyla Venediklilerin
imtiyazlarını yenilemişti. İmparator, bir ara Venedikliler’e sırt çevirmeye
yeltenip, 12 Mart 1171 günü askerleri, diğer liman kentleriyle
Konstantinopolis’te yaşayan tüm Venedikliler’i tutuklamaya, mallarına,
gemilerine el koymaya başlayınca, bunu haber alan Venedik’te hummalı bir
çalışma başlatılarak, Arsenal’de yüz gün içinde yüz kadırga, yirmi küçük
gemi hazırlanmış ve dük II.Vitale Michiel (1156 – 1172) komutasındaki
Venedik donanması Eylül sonunda saldırıya geçerek Ege limanlarıyla Sakız ve
Midilli’yi talan etmişti. Ticari ilişkiler sonraki on yıl boyunca kesilmiş
olsa da, Venedik’in zenginliğinin en büyük kaynağı olan tacirler, Venedik
donanmasının Akdeniz’deki gücünü ortaya koyması anlamında da ciddi bir rol
oynamıştı.
Büyük
törenlerle Venedik tahtına oturan dük Sebastiano Ziani, yaptığı imar
çalışmalarıyla Venedik’e damgasını vuran önemli isimlerden biriydi. İlk
olarak, sarayın önündeki alanı ortadan bölen kanalı doldurarak şimdi
San Marco Meydanı olarak tanınan alanı oluşturmuş, sarayın
çevresindeki kanalları da kapatarak, kemerler ve süslemelerle donattığı
sarayı genişletmiş ve en büyük rakibi olan Konstantinopolis’in ihtişamını
gölgeleyecek bir kent yaratma çabasına girmişti. Ancak, yer azlığından
oradaki gibi “mese”ler ve geniş meydanlar oluşturulamayacağından, var olan
alanların en rasyonel biçimde kullanımını sağlamak amacıyla 1172’de, San
Marco Meydanı’na hiçbir surette “heykel” dikilemeyeceği kararı alındı (bu
karar günümüze kadar uygulanmıştır) ve sarayın denize bakan cephesinin hemen
önüne, Venedik şehrinin ana giriş kapısı sayılan Molo’ya, daha önce,
1125’te Konstantinopolis’ten taşınan V.y.y. yapısı, Mısır ya da Suriye
orijinli oldukları düşünülen ve daha sonra üzerlerine San Marco’nun
sembolü “kanatlı aslan” ile San Teodoro’ya
atfedilen “canavarı öldüren kutsal savaşçı” ( burada canavar
Doğu Roma’yı, kutsal savaşçı da Konstantinopolisli azizi temsil ediyor
olmalı) heykeli yerleştirilen iki dev sütun dikildi. 25 Nisan 912 günü
açılışı yapılmış olan San Marco Kulesi (bu kule, bazilikanın
çan kulesi olmanın yanı sıra, Venedik’in en yüksek yapısı olarak, denizden
ve karadan lagüne yaklaşan tehlikeleri önceden haber alabilmek için bir
gözetleme kulesi olarak tasarlanmış, sonraları gemiciler için deniz feneri
işlevi de görmüştü) elden geçirilerek, yapılan ilavelerle 60 metre
yüksekliğe ulaştırıldı. Dükten sonra protokolün ilk sırasında yer alan ve
bizzat dük tarafından atanarak devlet mallarının kayıtlarını tutan, bakım ve
onarımlarını yapan, vergi ve kira gelirlerini toplayan haznedarlar
(procuratörler) için de meydanda büyük bir sarayın inşası başlatıldı. Lagün
içinde geniş bir alana yayılan Venedik’te nüfus da hayli artmış, bu nedenle
1171’de, kentin “sestieri” denen altı bölgeye bölünmesi kararı alınmıştı;
San Marco, Castello – Arsenale, Santa Croce, San Polo, Dorsoduro (Giudecca
adası dahil) ve henüz fazla yerleşimin bulunmadığı Cannaregio ( gondolların
başında yer alan ve “Ferro” olarak adlandırılan demir başlık üzerinde
görülen altı diş bu bölgeleri temsil etmektedir ve en üstteki dişin arka
yüzündeki çıkıntı da Dorsodoro’ya bağlı olan Giudecca’nin simgesidir).
Castello – Arsenale bölgesinden sorumlu olan procuratörler “de Citra”, Santa
Croce, San Polo ve Dorsoduro’dan sorumlu olanlar “de Ultra” San
Marco’dakiler de “de Supra” olarak anılırdı.
Konstantinopolis’e korkusuzca kafa tutan ve Akdeniz’de gücünü ispatlayan
Venedik, artık diğer Akdenizli devletlerin de saygısını kazanmaya
başlamıştı. Venedik’le yakınlaşan Papa III. Alessandro, 1177 yılında dük
Ziani’ye altın bir yüzük hediye etti. İnanışa göre; Demre (Myra)’den
San Teodoro’nunkilerle birlikte Venedik’e taşınan San
Nicola’nın kutsal emanetleri 6 Aralık 1100 günü lagüne ulaşmış
ve Lido’daki kiliseye yerleştirilerek kilise onun adıyla kutsanmıştı.
Denizcilerin ve kimsesizlerin koruyucusu kabul edilen bu azizin
Venedik’in koruyucu azizleri arasına katılması Venedik’e dinsel anlamda
da yeni bir değer katıyordu. Tarihçi Marin Sanudo’ya göre, dük, burada
yapılan törende papanın arzusuna uyarak yüzüğü lagünün (yani
Adriyatik’in ve dolayısıyla Akdeniz’in) sularına atarken, “Desponsamus
te, mare nostro, in signum veri perpetique dominii”, yani
“ Sonsuz egemenliğin bir işareti olarak seninle evleniyorum deniz”,
demiştir. Bu, Venedik’in Adriyatik’ten sonra “Akdeniz”le de evlendiğinin
simgesidir. Ve, artık Venedik’te çok daha sistemli bir siyasi ve idari
yapılanma sağlanmalıdır. Bunun için, 1179’da Kırklar Meclisi
olarak da bilinen Quarantia, yani Yargıçlar
Konsülü oluşturulur.
1171’deki saldırılar nedeniyle Venedik – Konstantinopolis ticareti
askıya alındıktan sonra, Konstantinopolis’te, 1182 Nisan’ında
Pisalılar’la Cenevizler’i hedef alan son derece kanlı bir olay daha
yaşandı. Olaydan, imparatorluk topraklarında hala yaşamını sürdüren az
sayıda Venedikli de etkilendi ama çok geçmeden, 1183 sonuna doğru
Venedikliler yine başkentin limanlarına gelmeye başladılar. Bunda, diğer
Latin tacirlerin çekilmesiyle doğu ticaretini tekellerine alma fırsatı
doğmuş olmasının büyük payı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. 1184 yılının
baharında, Enrico Dandolo Venedik’ten gönderilen elçilik heyetinin
başında Konstantinopolis’e ulaştı. Kendisini çok yakında Venedik
Dükalığı’nın başına taşıyacak olan bu görevi başarıyla gerçekleştiren
Dandolo, 1171’deki kayıpları için imparatordan yüklü bir tazminat ve
yeni şartlarla ticari imtiyazlar elde etmeyi başardı.
1
Haziran 1192 günü dük seçilen Enrico Dandolo (1192 – 1205), Venedik’in
ilk kuruluş döneminde bölgeye hakim olan on iki aileden birinin
mensubuydu. Dandolo, Venedik tarihinde belki de en önemli sayfalardan
birini açarak IV.Haçlı Seferi’nin donanmasına komuta etmiş
ve burada kazandığı başarı nedeniyle de, asırlardan beri tüm
Venedikliler’in düşlerini süsleyen muhteşem Konstantinopolis’in çok
değerli tarih ve kültür hazinelerini ele geçirmişti. Aya Sofya’nın
idaresinin Venedik’e bağlanmış olması ise, Venedikliler için neredeyse
hayal bile edilemeyecek ölçüde büyük bir başarıydı. Dük Dandalo, göreve
geldiği ilk yıllarda Venedik’ten üç elçilik heyeti göndermiş ve
İmparator III.Aleksios (1195 – 1203) ile 27 Eylül 1198 tarihli çok
önemli yeni bir anlaşma sağlamayı başarmıştı. Bu anlaşmada, Venedik’e
verilen tüm haklar ve mülkler çok ayrıntılı biçimde yer alırken
Konstantinopolis’te yaşayan Venedikliler’in tüm limanlardaki varlığının
güvence altına alındığı ve eşit yurttaşlık hakkına sahip olduğu da
belirtilmekteydi. İmparator’un imzalayarak elçileri aracılığıyla
gönderdiği ferman 1198 Kasım’ında Venedik’e ulaştı. Bu, Venedik
Konstantinopolis arasındaki bağların yeniden güçlendiği anlamına gelse
de, aynı yıl papa seçilen III.Innocentus’un yeni bir haçlı seferi için
Venedik’ten yardım istemesi olayların akışını değiştirecekti. Dandalo,
önceleri Venedik’in Akdeniz’deki ticareti açısından olumsuz olacağını
düşünse de, batı Hıristiyan dünyasını arkasına alma fikri hoşuna
gitmişti. Zengin ticaret filosunu savaş filosuna dönüştürmek hiç de zor
değildi ve bu “sefer” de pekala büyük kar getirebilirdi. Anlaşma gereği
yolculuk masraflarını peşin olarak tahsil edeceği gibi
Haçlılar’ın ele geçireceği her şeyin yarısını almayı da garantilemişti.
İçinde
24 kızağın yer aldığı, doğrama atölyeleri, marangozhaneler, kalafat
yeri, halat, yelken ve kürek imalathanelerinin bulunduğu bölümlere sahip
Arsenal’deki akıl almaz hummalı bir çalışma dönemi sonrası, yapılan üç
yüzden fazla gemiden oluşan Venedik Donanması, beraberindeki 9000 at ve
yaklaşık 30.000 kişilik Haçlı kuvvetleriyle, 8 Ekim 1202 günü Lido
adasının San Nicolo limanından “Kutsal Topraklar”a doğru
yola koyuldu. Ancak haçlılar vaat edilen parayı bir türlü tam olarak
Venedikliler’e ödeyemediğinden “borçlu” duruma düşünce Dandolo da
hakimiyeti tamamen eline geçirmişti. İlk hedefi, Macaristan’ın ele
geçirdiği Zadar (Zara)’ı geri almak oldu. Papa’nın itirazlarına ve
aforoz tehditlerine karşın 24 Kasım’da Zadar limanını ele geçiren
kuvvetler kışı geçirmek üzere buraya yerleştiler. Tüm donanmanın
komutası Dandolo’da olduğundan bütün haçlılar ona boyun eğmek
zorundaydılar. Artık Dandolo sadece donanmanın değil tüm haçlı
kuvvetlerinin lideri gibi davranmakta hiçbir sakınca görmüyordu.
Haçlılar, 7 Nisan 1203’te Korfu’ya doğru yola çıktılar ve Dandolo’nun
ısrarıyla, “Kutsal Topraklar”a yönlenmek yerine, 24 Mayıs’ta Korfu’dan
ayrılıp Konstantinopolis’e doğru ilerlemeye başladılar. 23 Haziran 1203
günü kentin yakınlarında, Marmara kıyılarına demir atmışlardı. 5
Temmuz’da Boğaz’a girerek Haliç’i koruyan zinciri kırıp aştıktan sonra
gemilerini Altın Boynuz’a demirlemeye başladılar. 17 Temmuz günü, ilk
saldırılarda kenti çevreleyen surlardaki yirmi beş kuleyi ele geçirip
binaları ateşe verdiler. Bu arada, başkentte bir yandan da taht kavgası
yaşanıyor, halk isyanlarının ardı arkası gelmiyordu. Haçlılar, yollarına
devam edip Kutsal Topraklar’a gitmek istiyor ama Dandalo burada kalma
konusunda direniyordu. Elçilik göreviyle Konstantinopolis’e geldiğinde
kentin ihtişamı karşısında büyülenen ve rivayete göre, buradayken görme
yeteneğini büyük ölçüde kaybeden yaşlı Dandalo’nun hayalinde bu muhteşem
kente ve doğudaki zengin topraklara sahip olabilmek vardı. Haçlılar’ı
kışı burada geçirme konusunda ikna etmeyi başardı. İmparatorluk tahtı
ise el değiştirip duruyor, başkentteki çatışmalar durulmuyordu.
1204
Mart’ına gelindiğinde, Dandalo kenti fethetmeye hazırlanırken diğer
Haçlı liderleriyle ganimet paylaşımı konusunda bir anlaşma imzalamayı da
ihmal etmedi. Hazırlıklar biter bitmez, 9 Nisan günü saldırılar tüm
şiddetiyle başlatıldı, 12 Nisan’da da kuşatma tamamlandı. 13 Nisan 1204
günü, artık Konstantinopolis tarihinde yepyeni bir sayfa açılıyordu;
Kent Haçlılar’ın, yani Latinler’in eline geçmişti. Ama, buradaki
zenginlik ve olağanüstü ihtişam onların gözünü öyle bir kamaştırdı ki,
zafer heyecanı yerini şuursuz bir katliama ve kıyıma bıraktı. Kentin
sahip olduğu yüzlerce yıllık tarih ve kültür birikimi yakılıp yıkıldı.
Saraylarda ve kiliselerde korunan değerli parçalar eritilip Prokopius’a
göre, 400 ton altın ve 400 ton gümüş olarak önemli ikonalar ve
heykellerle birlikte batıya taşındı. Sıra, bu topraklarda bir Latin
devleti kurup imparatorluğu paylaşmaya gelmişti. Flandres Kontu Baudouin
16 Mayıs 1204 günü Aya Sofya’da bir imparator edasıyla taç giydi.
Venedik, Konstantinopolis’in sekizde üçünü, ticari açıdan en işlek ve
verimli kıyı kentlerini ve limanları alırken Boudouin kentin sadece
dörtte birinin sahibi oldu. Akdeniz ticaretinin en önemli kavşak
noktasında bulunan Kıbrıs ve Girit de Venedik’e bağlandı. Venedikli
Tommaso Morosini Latin Patriği olarak Aya Sofya’nın idaresini alırken,
Aya Sofya’nın Venedik’e bağlanması Venedik’in dini anlamda muhteşem bir
değer kazanmasına neden oldu.
1
Haziran 1205’e gelindiğinde, 98 yaşında hayata veda eden Enrico Dandolo
hayran olduğu bu kentte, Aya Sofya’daki Cennet Kapısı’nın hemen önüne
gömülürken, donanmanın gemileri de yavaş yavaş çok değerli hazinelerle
birlikte Venedik’e doğru yol almaya başladı. Bu arada, Domenico
Morosini’nin kadırgasında çok önemli bir “yük” Konstantinopolis’e
ebediyen veda ediyordu: Hipodrom Meydanı’nı taçlandıran Quadriga
Atları.
Dandolo’nun ardından doğudaki topraklar Konstantinopolis’te bir
“podesta”nın yönetimine bırakılırken, Venedik’te 5 Ağustos
1205’te seçilen yeni dük Pietro Ziani (1205 – 1229)’un ilk işi San Marco
Bazilikası’nı yenilemek oldu. Konstantinopolis’teki 12 Havari Kilisesi
ve Aya Sofya örnek alınarak 1063 yılında dük Domenico Contarini (1043 –
1071) tarafından yeniden yapılmaya başlanan bu yapı, 1077’de doğunun
prensesi Teodora ile evlenen dük Domenico Selvo sayesinde,
Konstantinopolis ve diğer doğu Akdeniz limanlarından taşınan antik
dönem sütunları ve mermerlerle zenginleştirilerek süslenmişti. Çeşitli
ilavelerle genişletilen, beş kubbeli, beş kemerli girişi olan
Bazilika’nın tamamlanarak yeniden açılması 8 Ekim 1094 günü, dük Vitale
Faliero (1085 – 1096) döneminde olmuştu. Dük Ziani’nin 1205’te
başlattığı çalışmalarda, öncelikle pişmiş kırmızı tuğlalardan oluşan dış
cephe Bizans sanatının en güzel örneklerinden olan mermer levhalarla
donanmış, Konstantinopolis’teki sayısız yapıdan toplanan onlarca mermer
sütun bazilikanın kemerlerine yerleşmiş, (Büyük Saray’ın, Aya Sofya’nın
ya da kentin ana girişindeki Altın Kapı’nın olduğu düşünülen) iki büyük
tunç kanat (önceleri altın yaldız kaplı olmalıydılar) ana giriş kapısı
olarak bazilikadaki yerini almıştı. 1965 Yılında İstanbul’daki Myraleon
Sarnıcı kalıntısında bulunan ve halen Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte
olan “tek” ayağını bırakarak Venedik’e ulaşan, Roma İmparatorluğu’nun
(Diokletianus, Maksimianus, Constantius, Galerius idaresindeki) dörtlü
yönetimini sembolize ettiği ve İ.S. IV.y.y. yapısı olduğu düşünülen
porfir Tetrarch heykeli de bazilikanın saraya bakan
köşesine yerleştirilmişti.
İkonakırıcılık döneminde kuyumculuk, dökümcülük, oymacılık ve kakmacılık
gibi el sanatlarına yönelen doğulu heykeltıraşlar tarafından
geliştirilen “mine” çalışmalarının belki de en güzel örneği olan Pala
d’Oro, 300 safir, 300 pırlanta, 400 lal, 15 rubi, 1300 incinin süslediği
250 panelden oluşan bu paha biçilmez hazine, değerli el yazmaları ve
emsalsiz sanat eserleriyle birlikte San Marco Bazilikası’na taşınırken,
bir çok doğulu sanatçı da buraya getirilip sonradan dört bin metrekare
alanı kaplayacak olan altın mozaik süsleme çalışmaları hızlandırılmıştı.
Beş kemerli ana girişin üzerine yerleştirilen Quadriga Atları ise, göz
kamaştıran güzellikteki yapılarının çok ötesinde taşıdığı anlam
nedeniyle bazilikayı gerçekten “taç”landırıyordu. Yunan heykeltıraş
Lysippos’un İ.Ö. IV.y.y.da yarattığı sanılan altın kaplama bronz heykel
grubu, günümüze bütün olarak ulaşan en eski örneklerdendir. Asırlar
sonra, ona atfedilen anlama göre de, Hıristiyan dünyasının en önemli
isimlerini, dört İncil yazarını, Marco’yu, Yuhanna’yı, Lucca’yı ve
Matta’yı sembolize eder. İsa’nın arabasını çektiği düşünülen bu dört at,
onun öğretilerini dünyaya yayan dört havarisini (evangelista)
tanımlamaktadır. Böylesi değerli ve anlamlı bir heykelin San Marco
Bazilikası girişine yerleştirilmesinin, Aya Sofya’nın idaresini de
ellerine geçirmiş olan Venedikliler için ne denli önem taşıdığı
anlaşılabilir. Artık Venedik, kendini sadece siyasi anlamda değil, dini
açıdan da Akdeniz’in en büyük gücü kabul etmektedir.
Venedik,
IV. Haçlı Seferi sayesinde, Akdeniz’de çok büyük başarılar kazanmış olsa
da, Enrico Dandalo’nun bu yıllarda “despot” hükümdar gibi davranması,
Konstantinopolis’i ele geçirdikten sonra Venedik’e dönmek yerine burada
kalması, aynı anda bu iki önemli merkezin tek yöneticisi gibi tavır
alması Venedikliler’in pek de hoşuna gitmemişti, hemen önlem
alınmalıydı. 1229 Yılında, dükün görev ve yetkilerinin belirtildiği
resmi bir belgenin dük seçiminin hemen ardından düke imzalatılması
kararı alındı. Bu belgede, tek başına sarayı ve dolayısıyla Venedik’i
terk etmek, yabancı bir heyetle yalnız görüşmek, danışmanların okumadığı
mektup alışverişinde bulunmak gibi, dükün yapması yasak olan her şey
madde madde yazılıydı ve yılda bir kez, yetki ve sorumluluklarını
hatırlatmak üzere kendisine yeniden okutturuluyordu. 1255’e
gelindiğinde, dış politikayı kontrol eden, elçilerin yabancı ülkelerle
ilişkilerini inceleyen, donanmaya ait gemileri denetleyen, askere
alınacak kişileri belirleyen, kentin ekonomik hayatına yön veren ve tüm
bunlarla ilgili resmi işlemleri yürüten, altı bölgeyi temsilen 60 üyenin
oluşturduğu “Senato”yla, düke yapılacak işler konusunda
ricada bulunan, yasama ve yürütme temsilciliği görevini üstlenen ve
adına “Pregati” denen 240 kişilik Ricacılar Konsülü
tesis edildi.
Siyasi
yapılanması, “monarşi”(dük), “aristokrasi”
(Senato) ve “demokrasi”nin (Büyük Konsül) mükemmel bir
karışımı olarak tanımlanan Venedik’te nüfus da hızla artmış ve yüz bine
ulaşmıştı. 1268’de, dük seçimleri yapılırken son derece karmaşık bir
oylama ve kura sisteminin birlikte uygulanması kararı alınarak, Lorenzo
Tiepolo (1268 – 1275) 7 Temmuz günü bu yeni sistemle dük seçildi. Bu
sisteme göre; üzerinde kanatlı aslan figürü bulunan devasa vazo içine
konsül üyelerinin sayısı kadar minik top atılırdı. Ancak, bunlardan
sadece altın yaldızlı olan 30 tanesinde “seçmen” yazardı, diğerleri
gümüş kaplamaydı. Büyük Konsül’ün en genç üyesi San Marco Bazilikası’na
gidip oradan rastgele bir çocuğu seçerek Dükler Sarayı’na getirirdi. Bu
çocuk, vazodaki topları tek tek çekerek konsül üyelerine sırayla
verirdi. 30 “seçmen” topunu kazanan üyeler bunların üzerine isimlerini
ekleyerek yeniden vazoya atardı. Toplardan 9 tanesi çekilir ve bu
topların sahibi olan 9 üye, diğer 40 üyenin ismini belirlerdi. İlk 4
üye, beşer isim önerirken, sonraki 5 üye de dörder isim belirlerdi.
Böylece 40 üye seçilmiş olurdu. Bunlar, aralarından yeni bir seçimle 12
temsilci belirlerdi. Bu 12 temsilci, diğerleri arasından 25 üye seçerdi.
Onlar da, aralarından dokuzunu seçerdi. Bu 9 kişi diğer 45 üyeyi, onlar
da kendi aralarından on birini seçerdi. En başta, “seçmen” yazan
kürelerin sahibi olan 30 kişi ile, son olarak seçilen 11 kişi, yani
toplam 41 kişi dük seçilebilmek için “aday” olurdu.
En az 25
oy alan üye dük seçilirdi. Bu karmaşık ve şikeye imkan tanımadığı
düşünülen sistemle yapılan seçimde, yine de eski dük Jacopo Tiepolo (
1229 – 1249)’nun oğlunun kazanmış olması hayli ilginçtir.
Dükler,
çoğunlukla Venedik’in zengin, güçlü, asil ailelerine mensup, eğitimli ve
dükalıkla ilgili önemli resmi görevlerde bulunmuş kişileri arasından
seçilirdi. Önceleri 480 olan Büyük Konsül üye sayısının iki binlere
çıkması “soylu” olmayan Venedikliler’in de dük seçilme şansını
artırdığından, 28 Şubat 1297 günü dük Pietro Gradenigo ( 1289 – 1311)
tarafından, bir çeşit hükümet darbesi sayılabilecek bir kanun teklifi
sunuldu ve halkın sesi olan Büyük Konsül feshedildi. Artık, sarayın
kapıları halka kapatılmıştı. 15 Aralık 1298’de sunulan kanun teklifinde
ise, Büyük Konsül üyesi adayı olabilmek için üyelerin yakın akrabası
olma şartı getirilmesi isteniyordu. Venedik, yönetimde halkın yer aldığı
“demokratik” yapıdan, belli başlı birkaç asil ailenin söz sahibi olduğu
“aristokratik” yapıya geçmişti. 1305’ten itibaren, Venedik’te oturan
insanların, burada ne zamandan beri ikamet ettiğini belgelemesi ve en az
25 yıldır yaşadığını ispat etmesi istenerek “Venedik vatandaşlığı”
verilmeye başlandı. 15 Yıldan beri Venedik’te oturanlara ise sadece
“yerleşimci” belgesi veriliyordu. Nesillerden beri Venedikli
olanlar “soylu” sınıfına alınarak 1325 yılından itibaren
“Altın Kitap” adı verilen bir deftere kaydedilmeye
başlandılar. Venedikliler’in, Venedikli olmayı ne denli önemsedikleri
“siamo Veneziani poi Cristiani”, yani “önce
Venedikliyiz, sonra Hıristiyan” demelerinden anlaşılabilir.
Bu
arada, Konstantinopolis’in Haçlılar’ın eline geçmesinin ardından küçük
bir toprak parçası üzerinde varlığını sürdürmeye çalışan Doğu Romalılar,
Nikaia’yı başkent yaparak, 1208’de I.Teodoros Laskaris (1204 – 1222)’e
yeniden imparatorluk tacı giydirmişlerdi. Venedik, ticari çıkarları
gereği doğulularla her zaman iyi ilişkiler içinde olmayı tercih
ettiğinden, 1219 Ağustos’unda onlarla da serbest (vergiden muaf) ticaret
anlaşması yapmayı başardı. O dönemde, Venedik’i temsilen
Konstantinopolis’te bulunan “podesta” Jacopo Tiepolo (1229
– 1249), Venedik’e dönüşünde dük seçildiğinde de imparatorla ilişkiler
konusunda hayli dikkatli davranmaktaydı. Öteden beri,
Konstantinopolis’te ve Akdeniz’in önemli limanlarında birbirleriyle
sonsuz rekabet içinde olan Venedikliler de Cenevizler de, imparatora
yakın durup ticari imtiyazlar elde etme derdine düşünce, bundan karlı
çıkan Nikaia’daki imparator oldu. 15 Ağustos 1261 günü,
Konstantinopolis’i ele geçiren VIII.Mikhael Paleologos (1259 – 1282),
burada yeniden taç giyerek tahta oturdu. Artık, Cenova ve Venedik
arasında sadece ticari rekabetten değil, tam anlamıyla düşmanlıktan söz
edilebilirdi. Akdeniz’de savaş kaçınılmaz olmuştu. İmparator ise, bir
ona bir diğerine yakınlaşarak çıkarlarını en iyi biçimde korumaya
çalışıyordu. Kısa süreli savaşlar ve ardından sağlanan geçici barışlarla
1267 yılına gelindiğinde, imparator önce Cenevizler’e sonra da
Venedikliler’e anlaşma önerdi. Buna göre; Venedikli tacirler, Balat
yakınlarındaki mahallelere yerleşirken, Cenevizler’e karşı kıyıdaki
Galata uygun görülmüştü. Bu tarihten itibaren, Konstantinopolis’te
yaşayan Venedikliler’in atanacak bir “bailo” yani elçi
(Osmanlı döneminde onlara balyos denirdi) tarafından
yönetilmesine karar verildi. Böylece, ilk “yerleşik” elçilik sistemi
tesis edilmiş oldu. 1268’de Konstantinopolis’e ilk yerleşik Venedik
elçisi olarak atanan kişi Marco Bembo’ydu. Büyük ihtimalle, kapısında
dalgalanan “kanatlı aslan”lı bayrak nedeniyle,
“Aslanlı Ev Mahallesi” olarak anılan yerdeki elçilik
ikametgahında oturan Bembo’nun görevi, Akdeniz’deki diğer limanlarda
temsilciliklerin bulunduğu merkezlere konsoloslar tayin etmek,
Konstantinopolis’te yaşayan Venedikliler’in mali ve adli sorunlarıyla
ilgilenmek, haklarını korumak, en önemlisi de Venedik’in gücünü burada
temsil etmek ve imparatorlukla ilgili tüm bilgileri Venedik’e göndermek
idi. Bailo, iyi eğitimli ve güvenilir Venedik vatandaşları arasından
Büyük Konsül tarafından seçilir ve atanırdı. Ayrıca, ona yardımcı olmak
üzere iki de müsteşar seçilirdi. Bunlar, Konstantinopolis’e
ulaştıklarında kentte yaşayan Venedikliler’in ileri gelenleri arasından
12 kişiyi seçerek “Onikiler Meclisi”ni oluştururlardı.
Konstantinopolisli Cenevizler de, buradaki varlıklarını benzer şekilde
bir düzen içinde sürdürmeye çalışmaktaydılar. Derken 1270 yılının
Ağustos ayında, aralarında bir ateşkes sözleşmesi imzalayarak ticari
rekabeti hızlandırıp, Akdeniz’in ticari anlamda yeni gücü olma yarışına
giriştiler.
1285
Yılına gelindiğinde, Büyük Konsül kararıyla Rialto’dan Piazzetta’daki
yeni yerine taşınan “darphane”de ilk kez basılan
altın sikkeler, yani altın “Venedik Dükası”,
Akdeniz ticaretinde Bizans sikkeleriyle yer değiştirmeye başladı. Bu
gelişme, Akdeniz’de yeni huzursuzlukların başlayacağı sinyalini
veriyordu. 1294 Mayıs’ında, sadece Cenova - Venedik ilişkileriyle
ilgilenecek olan “Otuzlar Konsülü” tesis edildi.
Venedikliler’in Cenevizlerle küçük deniz savaşlarına girişmeleri ise,
Konstantinopolis’teki imparator II. Andronikos (1282 – 1328) tarafından,
“tarafsızca” izleniyordu. Ancak, 1296’da yetmiş beş gemiden oluşan
Venedik donanmasının Marmara’ya giriş yapması üzerine, Venedik balyosu
Marco Bembo imparatorluğun askerleri tarafından tutuklandı ve burada
yaşayan bazı Venedikliler de imparatora destek verdiğini göstermek
isteyen Cenevizler tarafından öldürüldü. Bu olay, ve ardından Bembo’nun
da öldürülmesi Venediklilerle imparatorluk arasındaki ilişkilerin
yeniden gerginleşmesine neden olmuştu. Oysa, Türkler’in Anadolu’da
beylikler halinde yerleşmeye başlaması, özellikle de Osman Gazi
yönetimindeki Türkler, imparatorun gözünü korkutuyor, bu nedenle de
güçlü donanmasıyla ön plana çıkan zengin Venedik’le ilişkilerini yeniden
sağlamlaştırmak istiyordu. 4 Ekim 1302’de yeni bir anlaşma imzalanarak
Venedik imtiyazları bir kez daha onaylandı. Bir yandan Türkler, diğer
yandan Avrupa’dan gelen diğer tehlikeler derken 11 Kasım 1310’da
imparatorla yeni bir anlaşma daha imzalayan Venedik’te de bazı iç
çatışmalar yaşanmaktaydı. Dükalık makamını sembolik olmaktan çıkarıp
mutlak hakimiyeti ele geçirmek isteyen bazı soylular Biemonte Tiepolo
önderliğinde bir isyan başlattılar. Ancak bu, hemen bastırıldı ve
akabinde sarayın güvenliğinden sorumlu silahlı güçleri yönetecek olan
“Onlar Konsülü” oluşturuldu. Oysa, Cenevizler’le yaşanan
rekabet nedeniyle Konstantinopolis’le ticari ilişkilerde sıklıkla
sıkıntılar yaşayan ve bu nedenle maddi zararlara uğrayan, onun için de
Tiepolo ve yandaşlarını destekleyen Venedikli camcılar durumlarından hiç
hoşnut değildiler. Bu dönemde, Venedik Dükalığı’nın merkezini
Konstantinopolis’e taşıma fikri bile gündeme gelmişti. Bu fikri
destekleyen ve başında bulunduğu dükalığa karşı tek ve mutlak hakim olma
amacıyla yeni bir isyan hazırlığı içine girdiği öğrenilen dük Marin
Faliero (1354 – 1355), henüz sekiz ay önce dükalık başlığını giydiği
sarayın iç avlusundaki merdivenin basamaklarında 4 Nisan 1355 günü, başı
kesilerek idam edildi ve Venedik tarihine “kara” bir leke olarak geçti.
Bu
arada, 1326’ya gelindiğinde, Anadolu’da çok ciddi bir gelişme
yaşanmıştı; Anadolu’da yerleşen Türk beyliklerinden biri olan
Osmanlılar, Nisan ayında Bursa’yı ele geçirerek burayı başkentleri
yaptılar ve bölgede yeni yerler fethetmeye başladılar. 1331’de Nikaia’yı
da teslim aldılar. İmparator ise, donanmasının gücüne güvendiği
Venedik’e yakınlaşmayı tercih ederek yeni anlaşmalara imza atıyordu.
1343’de, Venedik’in vereceği maddi destek karşılığı imparatorluğun tüm
mücevherleri (bir daha asla dönmemek üzere) rehin olarak Venedik’e
yollandı. 1348’de, Akdeniz ülkelerini kasıp kavuran veba salgınından
Venedik de nasibini aldı ve nüfusunun yaklaşık 60.000’ini “kara ölüm”e
teslim ederken maddi gücünü de önemli ölçüde yitirdi. Ekonomisi altüst
olan kentte kıtlık yaşanması da sorunları büsbütün artırmıştı.
İmparatora verdiği borçları bir türlü geri alamayan Venedikliler’le
Cenova ile arasında 1350’de yeni bir savaş dalgası başlamıştı. İkili
arasında sadece Konstantinopolis’te değil, Ege kıyılarında da çatışmalar
durulmuyordu. Nihayetinde, 1379’da Venedik’i kuşatan Cenevizler, lagünde
yaşamanın inceliklerini asırlardan beri çok iyi bilen Venedikliler’in
başarılı manevraları sayesinde burada başarılı olamadılar ve dört bin
askerlerini kaybederek yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldılar.
Konstantinopolis’teyse tam bir kargaşa hakimdi. Taht kavgaları yeniden
başlamıştı.
Aynı
dönemde, Anadolu’daki varlıklarını giderek daha da sağlamlaştıran
Osmanlılar, Marmara kıyılarından Balkanlar’a doğru uzanmışlardı.
Venedikliler Osmanlı’nın, Osmanlılar da Venedik’in gücünün farkındaydı.
Karşılıklı menfaat gereği birbirleriyle yakınlaşmanın önemli olacağını
düşünmüş olsalar gerek ki, 10 Mart 1384 günü, ilk Türk elçisi Venedik’e
giderek I. Murat adına Cenevizler’e karşı ittifak kurma teklifiyle dük
Antonio Venier (1382 – 1400)’in huzuruna çıktı. Yakınlaşmanın ilk şartı
ticari birliktelik olacaktı. Bu amaçla, 1388’de ilk ticari anlaşma
imzalandı. Venedikliler, zaten öteden beri Müslümanlarla ticari
ilişkileri iyi yürüttüğünden sultana güven veriyordu. Ancak, kısa süre
sonra sultan ölünce, Venedikliler kendilerini garantiye almak adına,
1390’da hem Osmanlılar’a hem de imparatora birer elçi gönderdiler. İlk
resmi Venedik elçisi olarak Francesco Querini Mart ayında Osmanlı
sultanının huzuruna çıkarken, Nisan’da da Francesco Foscolo’nun
Konstantinopolis’e yollanması kararı alınıyordu. Venedikliler, iki
tarafla da iyi ilişkiler içinde olduklarını göstermenin yanı sıra
Konstantinopolis merkezli doğu ticaretini de ellerinde tutmak
istiyorlardı. Konstantinopolis’in yeni sahibinin Osmanlılar olacağını
yavaş yavaş görseler de, imparatoru karşılarına almak hiç işlerine
gelmiyordu.
Sonraki
altmış yıl boyunca Akdeniz’de sular hiç durulmadı, Karadeniz’den
Adriyatik’e kadar limanlarda ve adalarda çatışmalar hiç eksilmedi.
İmparatorluk süratle kan kaybederken, Osmanlı aynı hızla güçlendi,
topraklarını genişletti. Venedik ise, bu arada yerleşik elçilerini her
şartta Konstantinopolis’e göndermeye, buradaki Venedik varlığını
korumaya devam etti. 1453’te, uzun süren kuşatmalar sonucu
imparatorluğun başkenti fethedilip, Sultan Mehmet “Fatih”
unvanı alırken, Venedik’in başında, Konstantinopolis’teki elçilik
görevinden dönüşünde, Nisan 1423’te dükalık tacını giyen Franceso
Foscari (1423 – 1457) oturmaktaydı. Bundan böyle, İstanbul olarak anılan
başkentte iki yıl süreyle görev yapan elçilerin Venedik’e dönüşte dük
seçilmeleri de gelenekselleşiyordu. Foscari, son Bizans İmparatoru’yla
en dostane ilişkileri geliştiren ve İstanbul merkezli Osmanlı
İmparatorluğu’nun başındaki Osmanlı Sultanı ile bağlantı kuran ilk
Venedik dükü olarak tarihe geçerken, Akdeniz’in tarihinde de yepyeni ve
çok önemli bir sayfa daha açılıyordu. Daha önce hiçbir dük onun kadar
uzun görev yapamamıştı. O ise, Fatih İstanbul’u aldığında tam otuz
yıldır bu görevi sürdürüyor, dahası yıllarca elçi olarak görev yaptığı
İstanbul’u da, Edirne’nin Osmanlı başkenti olduğu günlerde oradaki
pazarlarda ticareti sürdüren Venedikli tacirler sayesinde Osmanlılar’ı
da gayet iyi tanıyordu. Fatih’e gönderdiği elçisi Bartelomeo
Marcello’yla ilettiği mesajında; “ İyi bir barış, iyi bir iş
yapmanın koşuludur” diyerek Osmanlı’ya yakın olma isteğini dile
getirirken, Fatih de, tüm Avrupa ile ticaretin yolunun Venedik’ten
geçiyor olduğunu bilmesi nedeniyle ona sıcak bir cevap gönderiyordu.
Veba salgını, kıtlık ve savaş günleri derken kötü günleri geride bırakan
Venedik, artık Akdeniz’de yeniden en güçlülerden biriydi. 1423’te,
dönemin dükü Tomasso Mocenigo (1413 – 1423)’nun çıkarttırdığı envantere
göre; nüfusu 150.000’i aşan Venedik’in elinde 300 savaş gemisi, 3000
irili ufaklı ticaret gemisi bulunurken Arsenal çalışanlarının
(Arsenalotti) sayısı 17.000’e, denizci-gemici sayısı da 25.000’e
çıkmıştı. Akdeniz’de yaşanan savaşların maliyetini kaldırabilmek için
dük Mocenigo döneminde yeni bir sisteme geçilmiş, çok yüklü bağışlar
karşılığında, Venedik’e sonradan yerleşen zengin yabancı tüccar
ailelerin fertleri de soylular arasına alınarak adları “Altın Kitap” a
yazdırılmıştı.
Akdeniz’de ele geçirdiği adalarla limanlardan da oldukça yüksek gelir
sağlayan Venedik’te, Mocenigo kendisinin yerine (bir sonraki dük olması
garanti sayılan) Foscari’nin seçilmemesi için çok çaba harcamıştı.
Çünkü, Foscari ailesi müsrifliğiyle hayli ünlü idi. Foscari, Akdeniz’in
en büyük gücü olmaya aday Venedik’i yeniden eski zor günlerine
götürebilirdi. Mocenigo’nun hiç de haksız olmadığı Foscari’nin dükalık
koltuğuna oturmasının hemen ardından anlaşıldı. Aşırı gösterişli
yaşantısıyla dikkat çeken, 1438’de Venedik’i ziyarete gelen imparator
VIII. Ioannes (1425 – 1448)’i ve o güne kadar görülmemiş sayıdaki
kalabalık Bizans heyetini, Venedikliler’i hayrete düşüren ihtişamlı
törenlerle ağırlayan, çok pahalı ziyafetler veren Foscari sadece halkın
değil, diğer saray erkanının da tepkisine neden oldu. 1441’de, tek oğlu
Jacopo’nun Venedik’in en soylu ailelerinden Contariniler’in kızı
Lucrezia ile evlenmesi nedeniyle düzenlenen şatafatlı düğün töreni
bardağı taşırdı. Çünkü, Doğu geleneklerine benzer şekilde yapılan,
günler süren ve hayli masraflı olan düğünün maliyeti sarayın
hazinesinden karşılanmıştı. Muhalifleri, halkın da desteği ile ondan
kurtulmak istiyordu. Ne olsa, önlerinde Marin Faliero örneği vardı. Bu
arada, Venedik’te Jacopo ile ilgili yolsuzluk ve rüşvet iddiaları
duyulmaya başladı. Çok geçmeden de, Onlar Konsülü salonunun kapısının
önündeki Bocca di Leone ( Aslan Ağzı: önemli ihbar
mektupları aslan başı şeklindeki kabartmanın ağız boşluğundan
bırakılırdı)’den atılan mektup Onlar Konsülü’nün eline ulaştı ve Jacopo
hemen tutuklanarak yargılama sonucunda Girit’e sürgüne yollandı. Ancak
Jacopo, burada boş durmadı ve habercilerini yollayarak, kendisini
kurtarması karşılığı Fatih Sultan Mehmet’e Girit’in Osmanlılar
tarafından fethine yardımcı olmayı önerdi. Bu, Venedik’e bir
Venedikli’nin, dahası bir dükün oğlunun yapabileceği en büyük ihanetti.
Faliero bile bu kadarını yapmadığı halde başı kesilerek idam edilmişken,
Jacopo’nun bu girişimi affedilemezdi. Nitekim, 1456 yazında Fatih’in
gemileri Girit seferine çıkmak üzere hazırlıklara başlamışken, bu haber
de hemen Onlar Konsülü’ne ulaştı. İstanbul’da yerleşik elçiler, sarayın
ileri gelenleriyle yakın şahsi dostluklar kurarak Osmanlı’nın iç
işlerini de yakından takip edebilme şansına sahip oluyor, elde ettikleri
tüm bilgileri vakit geçirmeden Venedik’e ulaştırıyorlardı. Böylesi
önemli bir seferin hazırlıklarını gözden kaçırmış olabilecekleri
düşünülemezdi. Venedik Hükümeti, Jacopo’nun hemen Venedik’e geri
çağrılmasına karar verdi ve Jacopo 21 Temmuz’da Venedik’e getirildi.
Jacopo’ya Venedik’in en korkulan cezası, Piazzetta’da duran iki dev
sütunun arasına asılarak idam cezası verilmesi için oylama yapıldı.
Ancak, oylamadan idam yerine yeniden Girit sürgünü cezası çıktı.
Venedikliler bu kez daha insaflı davranıp, bir daha yabancı ülkelerle bu
gibi işbirliğine girmemesi kaydıyla ve bir yılını hapiste geçirmek üzere
onu Girit’e yolladı. Jacopo için yeni bir hata kesin ölüm demekti ve o
cezasına boyun eğip hücresine girerken, Fatih de, şimdilik kaydıyla
Girit seferini askıya alıyordu. Jacopo’nun bu affedilemez hatası dük
Foscari’nin de sonunu hazırladı. O güne kadar benzerine rastlanmayan bir
uygulamayla, oğlunun bu tehlikeli girişiminden sorumlu tutulan dükten
makamını terk etmesi istendi. 1457 Ekim’inin son günlerinde tacını iade
ederek ailesiyle birlikte saraya veda eden dük çok geçmeden, 3 Kasım
günü hayata da veda etti.
Francesco Foscari, Venedik’in olduğu kadar Akdeniz tarihinin de çok
önemli bir dönemine tanıklık etmişti. Onun Venedik dükü olarak görev
yaptığı süre içinde, Akdeniz’in en büyük güçlerinden olan Doğu Roma yani
Bizans İmparatorluğu tarihe karışmış, yepyeni ve büyük bir imparatorluk,
Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesine çıkmıştı. Artık, Venedik
Konstantinopolis ilişkilerinden değil, Venedik İstanbul bağlantısından
söz edilir olmuştu. Tarihlerinin hemen her döneminde bir dargın bir
barışık olan bu iki muhteşem kent; “Kentlerin Kraliçesi”
İstanbul ile “Adriyatik Kraliçesi” Venedik, savaşırken
bile birbiriyle ticareti elden bırakmayacak kadar akılcı politikalar
izledi. Doğu’nun ve Batı’nın tüm değerleri her zaman bu iki önemli liman
kentinde buluştu. Biri güçsüzleştiğinde diğeri kuvvetlendi.
Konstantinopolisliler de İstanbullular da Akdeniz’de var olabilmenin
yegane şartının çok iyi bir donanmadan geçtiğini Venedik’ten öğrendi.
Ekonomik kalkınmanın yolununsa Akdeniz ticaretini elinde tutmak olduğunu
asla unutmayan Venedik ve İstanbul her dönem birbirinin vazgeçilmezi
oldu.
İsa’dan
önceki yıllarda, bilinen dünyanın en büyük gücü olan Roma
İmparatorluğu’nun uzak ama stratejik konumu açısından çok değerli bir
vilayeti iken, çöküşün ardından Doğu’ya başkent olan ve kısa sürede
hızla gelişip güçlenerek Akdeniz’in en önemli merkezi haline gelen
İstanbul’u küçücük bir köy olarak ilk kuranlar, tüm bunları hayal bile
etmemiş olmalıydılar. 1071’den itibaren Anadolu’nun kapılarını ardına
kadar açmayı başaran ve bu topraklarda sonsuza kadar kalmaya kararlı
olan Türkler de, Anadolu topraklarının ardından, Akdeniz’i çevreleyen
tüm kıtalarda egemen büyük bir imparatorluk haline geleceklerini, dahası
önceleri “kara” insanı iken, Akdeniz’in en büyük gücü olabileceklerini,
“deniz” insanı olarak da tarihe damga vurabileceklerini asla düşünmemiş
olmalılar. 697’de ilk düklerini seçerek önce Adriyatik’in, sonra da
Akdeniz’in en önemli güçlerinden biri olma yolunda ilk adımlarını atan
Venedikliler ise, 25 Mart 421 Cuma günü, bu zemini çamurlu, sazlıklarla
kaplı, suları tuzlu, yaşanması neredeyse imkansız bölgeye, Venedik
Lagünü’ne sığınıp, kulübelerini kondurmak için ilk kazığı çaktıklarında,
burada 1100 yıl hüküm sürecek güçlü bir devletin temellerini
attıklarından habersizdiler. Muhteşem bir akıl gücü ile korkunun
karışımına dayanan varoluşlarının izlerini, ihtişamlı yansımalarla Büyük
Kanal’ın, yani lagünün, yani Adriyatik’in, nihayetinde Akdeniz’in
sularında sergileyen birer Ortaçağ biblosu zarafetindeki saraylarıyla
bugünlere taşıyabileceklerinden de ...
Emel ALTAN EGE - 1 Kasım 2005 Salı – İstanbul
Bu makale
Sayın Emel Altan Ege tarafından sitemizde yayınlanması
amacıyla ItalyaOnline.Net'e yollanmıştır.
Kendisine değerli katkılarından
dolayı en içten dileklerimizle teşekkür ederiz.
|